Roman, İletişim Yayınları
254 s, 2008
Apartman Boşluğu / Özet
Beste çalışmalarına başlamak için eve kapanan bir müzisyen. Evden gelen tuhaf sesler. Yatak odası duvarındaki karanlık delik. Ve sahipsiz şarkılar. İlham perili bir evde geçen; yaratıcılık, esinlenme, intihal, sanatçı egosu üzerine bir psikolojik gerilim…
Arif, İstanbul’da tek başına yaşayan, otuzlu yaşların başında bir reklam yazarıdır. Bir yandan da yabancı grupların şarkılarını yorumlayan bir bar grubunun şarkıcısıdır. Yabancı rock grupların vokalistlerinden ayırt edilemeyecek güzellikteki sesiyle dinleyenleri büyülemektedir. Ancak Arif hiçbir şey üretmeden, kendinden on yaş küçük bir kalabalığa papağan gibi “elâlemin şarkıları”nı söyleyip durduğu için mutsuzdur. Bu konu onun için varoluşsal bir sorun haline gelmiştir. Kendi şarkılarını söylemek, kendi bestelerinden oluşan bir albüm çıkartmak için her şeyini feda etmeye hazırdır. Özgün beste yapabilmek onun için bir takıntıya dönüşmüştür. Böyle bir dönemde işten çıkarılması onu müziğe daha da yaklaştırır.
Beste çalışmalarına başlamak için gürültülü ve küçük bulduğu dairesinden daha geniş ve sessiz bir eve taşınır. Yeni evin bir odasını müzik stüdyosuna çevirir. İşsizdir. Sevgilisinden ayrılmıştır. Tüm vaktini ve enerjisini müziğe ayırmaya hazırdır. Yeni evle birlikte hayatında yepyeni bir dönemin başlayacağını düşünür.
Yeni ev tuhaftır. Garip sesler ve görüntüler belli belirsiz varlıklarıyla Arif’i huzursuz etmeye başlar. Eşyayı bıraktığı yerde bulamaz, merdivenlerde yankılanan sahipsiz ayak seesleri duyar, karşı komşusunun duvarındaki tablo sürekli değişir. Tuhaflıkların içinde en baskın olanı yatak odasının duvarındaki apartman boşluğuna bakan, portakal büyüklüğündeki deliktir. Ve bu delikten gelen sesler…
“İlham perili ev”ine kapanır Arif. Tanıdığı herkesten kopar sırayla. Kasvetli ve karanlık bir ruh haline bürünerek sadece şarkılarına odaklanır. Ancak hayalini kurduğu güzellikte melodiler üretemez. Yeteneğiyle hayalleri arasındaki uçurumun kenarında mahsur kalmıştır. Yatak odasının deliğinden gelen melodiler ve evin içindeki dolaylı şifreler imdadına yetişir. Evin ürettiği eşsiz melodileri sahiplenmesiyle albüm hazırlıkları başlar. Grup arkadaşları sürekli yeni bir şarkıyla çıkagelen Arif’e bir müzik dehası gözüyle bakarlar. Ancak Arif huzursuzdur. Gerçeklik duygusu ve akıl sağlığı duvardaki delikten hazır gelen olağanüstü güzellikteki bestelerle birlikte gitgide bozulur. Bu besteler şizofrenik bir yaratıcılık süreci yaşayan Arif’e mi aittir, yoksa eve mi?
Apartman Boşluğu / Alıntılar
Sf. 9 (Giriş)
1
Hareketsiz balıklar, bundan 3 sene 7 ay 12 gün 6 saat 23 dakika 8 saniye önce cart kırmızıya boyanarak kurumaya bırakılmış olan yuvarlak, ahşap, soluk renkli, geniş tepside yan yana yatıyorlar. Duygusuzca birbirlerine sokulmuşlar. Kaygan, nemli, gümüşümsü derilerinin soğuk teması, kendi iradeleriyle değil, bir dış müdahale türü olarak insan eliyle sağlanmış. Islak ve yaşayan gezegenin yosunlu derinliklerinden koparılarak kuru ve ölü medeniyetin cereyan yüklü spotlarının altına dizilmişler. Tozlu yüzgeçleri işe yaramıyor. Kuru solungaçları çalışmıyor. Bir zamanlar sonsuz olan hava tamamen tükenmiş. Tuzlu dalgaların hayat dolu akıntısının dışına çekilen ağızları sonuna kadar aralanarak suratlarını nefes kesici bir dehşet ifadesine boğmuş. Çeneleri kasılmış. Korkuyla yuvarlanmış donuk gözleri, tepelerindeki karanlığın içinde huzursuzca sallanan çıplak ampule dikilmiş. Ampule bakmayan diğer gözleriyse tepsinin kırmızıya boyanmış kıymıklı karanlığına saplanmış. Balıkların ölüm anındaki korkularının toplamıyla genişleyen ampul, ne gecenin dipsiz karanlığını içine alıyor ne de bu yabani karanlığın içine sızıyor. Çığırtkan ışıkları kendi içinde yankılanıyor. Sadece altındaki tepsinin üstündeki birörnek balık leşlerini aydınlatıyor.
Ölü balıkların kırmızı, yuvarlak, ahşap gezegeninin kenarında küçük bir delik var. Deliğin arkasında ampulün aydınlatamadığı tanımsız, hareketsiz ve kasvetli bir boşluk… Balıkların ve insanların dünyasının dışına açılan bir geçit, bilinmeyen boyuta uzanan bir koridor, kaçacak bir delik… Ancak balıklar fırsatı çoktan kaçırmış. Birkaç tanesinin ağzı hâlâ hareket ediyor. Yavaşlatılmış bir görüntü… Bazılarında belli belirsiz yaşam belirtilerine rastlanıyor. Fakat sonlarının gelmiş olduğu gerçeği, kasılmış ağızları kadar açık.
Duruşu kambur, bakışları şaşı balıkçının kılçıklı sesi, karanlık şehrin ıssız köşesinde pırıl pırıl parlayan ölü balık pullarının üzerinde duyuluyor: “Abi balıklarım taze, hangisinden vereyim?” Sonra mavi renkli plastik maşrapadan bir seferde atılan deniz suyu, bir önceki hayatı hatırlatan sert bir tokat gibi çarpıyor tepsideki balık istifine. Hayatta olanların ölümünü haince erteleyerek, ölmüş olanların cesedini parlatıp tazeleyerek. Koparıldıkları gezegeni özetleyen bu ıslak ve tuzlu tokatla kendine gelen birkaç balığın ömrü birkaç dakika daha uzuyor. Gittikçe yoğunlaşan balık kokularının arasından gelen kılçıklı ses yeniden duyuluyor: “Abi balıklarım taze, hangisinden vereyim?”
2
Bu, Arif”in kapısının dışardan görünüşü… Bu da aynı kapının içerden görünüşü… Arada pek bir fark yok. Bir tarafta ince uzun kapı kolu var, diğer tarafta yuvarlak topuz… Sanki bu iki malzeme tornavidayla sökülüp ters vidalansa içeriyle dışarı yer değiştirecek. Dışarı içerdeki duvarların arasına tıkılacak, içeri dışarının genişliğine yayılacak. Bu Arif”in anahtarı çevirme sesi. Bir, iki, üç; buçuk… Bu da Arif…
(…)
Sf. 34 (10. Bölüm’den)
Işıklarda durdum. Karşıdan karşıya geçmek için bekliyordum. Otomobiller, taksiler, otobüsler, dolmuşlar salakça bir telaşla önümden geçip gidiyordu. Sanki aynı araçlar delirmiş şoförleriyle aynı meydanda dönüp duruyorlardı. Yanımda bekleyen sert hatlı, deri ceketli, Fenerbahçe bereli adam hafifçe öne eğilerek ikimizin arasına tükürdü. Yağmur sularına karışarak kıvrılan köpüklü tükürüğü gözlerimi ayırmadan izledim. Sağ yumruğumu sıktım. Sol elimle sağ yumruğumu kavrayıp bütün gücümle dirseğimi suratının tam ortasına indirmek istedim. Sonra yerde, kendi tükürüğünün içinde tekmelemek… Burnundan ve ağzından oluk oluk boşalan koyu kırmızı kanı tükürüğünün köpüklerine karıştırmak… Yok olana kadar ayağımın altında ezmek… Bu isteği bastırmak ve tükürüğün iğrenç görüntüsünden kurtulmak için gözlerimi sıktım.
Gözlerimi kapayınca trafik ışığından körler için olan anonsun yükseldiğini fark ettim: “Lütfen bekleyiniz. Lütfen bekleyiniz. Lütfen bekleyiniz…” Vurgusuz, kaba bir erkek sesi… “Bekliyoruz işte, kör müsün?” Ceren yanımda olsaydı çok kızardı bu espriye. Bir yandan da tatlı tatlı gülerdi ama… Gözlerimi açmadım. Bir an için kör olduğumu hayal ettim. Karanlıkla birlikte içime garip bir korku çöktü. Sesi aniden yükselen ve belirginleşen anonsu dinleyerek gözümü hiç açmadan karşıya geçmeye karar verdim. Bu kararla birlikte içimdeki korku bir anda büyüdü. Taksim Meydanı’nın uğultusu devleşerek tuhaflaştı. Sesler birbirinden ayrışarak her biri bağımsızlığını ilan etmeye başladı. Otomobil sesleri, insan sesleri, rüzgâr sesi, yağmur sesi, şemsiye satıcılarının sesi, adım sesleri… Daha durduğum yerde müthiş bir korkuya kapılmıştım. Fakat gözlerimi açmayacaktım karşıya geçene kadar. Kararımı vermiştim bir kere. Yanımdaki hayvanın suratını dağıtamamıştım belki ama bunu yapabilirdim. “Bu kadar basit bir kararın bile arkasında duramayacaksam ezilip öleyim zaten.” Kendime olan saygımı kaybetmemek adına açılmayacaktı o gözler. Trafik lambası yanı başımda sayıklamaya devam ediyordu: “Lütfen bekleyiniz. Lütfen bekleyiniz. Lütfen bekleyiniz…” Ve birden bu cümle yerini “Şimdi geçebilirsiniz”e bıraktı.
“Şimdi geçebilirsiniz. Şimdi geçebilirsiniz. Şimdi geçebilirsiniz…” Karanlığın içinde kasılıp kaldım. Kanım dondu. Başım dönmeye başladı. Ağzımın içi kurudu. Tükürüğüm boğazımda düğümlendi. Tepeden tırnağa ürperdim. Anons sadece bana yapılıyordu sanki. “Şimdi geçebilirsiniz. Şimdi geçebilirsiniz. Şimdi geçebilirsiniz.” Kendimi uçurumdan aşağıya bırakırcasına, soğukkanlılıkla kaldırımdan indim. Karanlığın içinde attığım her adımla birlikte içim çekiliyor, başım dönüyor, beynim karıncalanıyordu. 120 kilometre hızla gelen bir otomobilin kaportasının cılız bedenime çarpıp kaburgalarımı kırıp belimi kaydırıp yüzümü parçalaması an meselesiydi sanki. Üç adımdan sonra gözlerimin kapalı oluşundan kaynaklanan rahatsızlık dayanılmaz bir boyuta geldi. Midem bir bulanmaya bir kasılmaya başladı. Bir adım daha attım. Düz yürüdüğümden bile emin değildim. Arkamda kalan anons gittikçe uzaklaşırken karşı kaldırımdan bir tür yankı gibi gelen diğer anonsu duymaya başladım. Annesiyle babasının ortasında, yürümeyi ilk kez deneyen dengesiz bir bebek gibi sayıklamaların arasında korku ve merak içinde ilerliyordum. “Şimdi geçebilirsiniz. Şimdi geçebilirsiniz. Şimdi geçebilirsiniz.” İki adım daha attıktan sonra dayanamayacak gibi oldum. Fakat dayanacaktım. Kesinlikle gözlerimi açmayacaktım.
(…)
Apartman Boşluğu / Eleştiriler
- SabitFikir (Odak Yazar Dosyası) / Abdullah Altınay / 11 Ekim 2015
- Radikal Blog / İlker Cumhur / 10 Mart 2013
- A. Ömer Türkeş / Radikal Kitap / 18 Ocak 2008
- Esen Tezel / Sabah Kitap / Ocak, 2008
- Ceyhan Usanmaz / Virgül / Şubat 2008
- Ayşe Çavdar / Yeni Aktüel / Şubat 2008
- Pakize Barışta / K Dergi / 07 Mart 2008
- Hülya Soyşekerci / Varlık / Nisan 2008
- Ahmet Ergenç / Milliyet Sanat / Nisan 2008
A. Ömer Türkeş / Radikal Kitap / 18 Ocak 2008
Varoluşun tek dayanağı
İlk romanı Romantik Korku’yla 2002’nin umut vaat eden genç yazarlarından biriydi Hakan Bıçakcı. Ardından gelen Rüya Günlüğü (2003) ve Boş Zaman (2004) romanlarıyla vaadin boş olmadığını gösterdi. İçinde yaşadığımız toplumsal ilişkilerin, zamanın ve mekânın bireyler üzerinde yaptığı tahribatı romanımızın en cılız kolu olan psikolojik gerilim türünde dillendiren Bıçakcı, artık sadece ‘genç’ değil ‘iyi’ yazardı. Sonra dört yıl sürecek bir suskunluk dönemine girdi. Ve nihayet yeni romanıyla karşımızda; Apartman Boşluğu. Kitap, Hakan Bıçakcı okuyucularını şaşırtmayacak. Ancak hikâyesini önceki romanlarından daha iyi işlemiş; detaylara verdiği önemle, ikili anlatımıyla, kurgusunun sağlamlılığı ve roman kahramanıyla geçen dört yıllık süreyi boş geçirmediğini görüyoruz.
Hayatı değiştirmek kolay mı?
Bıçakcı’nın roman kahramanlarının başına ne gelirse alıştıkları hayatın dışına çıkmaya çalıştıkları ya da çıkmaya zorlandıkları zamanlarda geliyor. Romantik Korku’nun kahramanı taşraya yaptığı seyahatte yaşamıştı karabasanlarını. Rüya Günlüğü’nde yeni bir eve taşınmanın, Boş Zaman’da bir başka kimliğe bürünmenin sancılarını çekmişlerdi. Apartman Boşluğu’nun kahramanı Arif’se hem hiç sevmediği işinden, hem kendisini daraltan evinden, hem de çevresindeki ilişkilerden uzaklaşıyor ve başlıyor hikâye…
İşinden çıkarılmasına rağmen kendi isteğiyle ayrılmışçasına huzurlu, aldığı tazminatla maddi sıkıntılardan arınmış bir halde boş zamanının keyfini çıkardığı bir anda tanışıyoruz Arif’le. “Aydınlık toplantı odalarının, uzun ve anlamsız tartışmaların, ego mücadelelerinin, ikinci sınıf patron esprilerinin, üçüncü sınıf sanatçı kaygılarının ve kaprislerinin, klişe olanın her gün yeniden orijinalmiş gibi paketlenişinin, içi fena halde boşaltılmış ‘yaratıcı’ kelimesinin, çarpık mizah anlayışının, ukalalığın, Amerikan özentiliğinin, karton bardaktaki çay-kahvelerin soğuk diplerinin, revizyonların, alternatif çalışmaların, b planlarının, yarı İngilizce yarı Türkçe sakat cümlelerin, stresi aynalı camlarla kaplayarak yücelten plazaların” dışındadır artık.
Niyeti ertelediği projeleri hayata geçirmek. En büyük projesi ise beste çalışmaları yapmak. Beyoğlu’nda bir barda arkadaşlarıyla müzik yapan Arif, kaybettiği heyecanını yeniden bulmak amacında. Başkalarının bestelediklerini barlarda ruhsuzca tekrarlamak, emanet notaların arkasında durmak, kısacası taklitçi olmak değil kendi müziğini yapmak, müzik tarihine bir şeyler bırakmak istiyor.
“Hiçbir şey üretmeyip üretilenleri tekrarlamak tüketmişti bizi. Bir albüm yapmalıydık. Her türlü yüzeysellikten, yapmacıklıktan ve klişeden uzak, karakterli, Türkçe bir albüm… Yoksa boğucu gece kulübü karanlıklarının içinde yok olacaktık. Bu spotlar bizi aydınlatamıyordu artık. Kendime ait şarkılara sahip olmadığım sürece, bu sahnede kendimi iyi hissetmemin imkânı yoktu. Şimdiye kadar doğru düzgün vakit bulamamıştım beste yapmaya. Aslında denememiştim bile… Fakat artık işim yoktu, zamanım vardı. Bir odasını stüdyo olarak kullanabileceğim sessiz bir eve taşınıp beste yapmaya başlayacaktım. Yeterli sayıda şarkı birikince de albüm… Artık hayattaki tek amacım, varoluşumun tek dayanağı buydu. Bir albüm…”
Ve radikal kararlar alır Arif. Hayatında yeni bir dönemin açıldığına duyduğu inanç, içinde çocuksu bir duyguyla başka bir semtte, büyük bir ev kiralar. Sevgilisinden yarılır, ailesi ve arkadaşlarıyla ilişkisini keser. Tek lüksü kendisini büyük bir hazla teslim ettiği uykusu ve düşleridir.
Arif’in beste yapmak tutkusuyla nereden başlayacağını bir türlü bilememesi arasındaki gerilim, yeni taşındığı evin bir duvarındaki kocaman delikten gelen seslerle son bulacaktır. Büyüklüğü ile orantısız ıssızlığı, tuhaf komşuları, apartman boşluğuyla bu tekinsiz evdeki delikten kimsenin bilmediği, dinleyenleri hayran bırakan besteler iletilir kahramanımıza. Arif kaynağını bilmediği besteleri sahiplenecek, notalara dökecek, albüm çalışmasını hızlandıracak ama tuhaf düşleri ve saplantılı tutkusuyla delirmenin eşiğine gelecektir…
Hayalle gerçek arasında
Tektipleşmiş insan kalabalığı içinde görünürlüğünü yitirmiş, kimliksizleşmiş, olmayı hayal ettiği yerle maddi gerçeklik arasında aşılmaz uçurumlar olduğunu umutsuzlukla bilen günümüz orta sınıf insanına, özelde genç kuşağa dokunan Apartman Boşluğu, böyle bir iç yaşantının yarattığı gerilimle kurgulanmış.
Yazının girişinde Hakan Bıçakcı romanlarından, romanlarındaki kısaca söz etmiştim. Daha ilk romanı Romantik Korku’da başlamıştı ruhu daralan insanların kararan hayatlarını anlatmaya. Romantik Korku, fantastik öğelere yer vermesiyle sonraki romanlarında biraz farklıydı ama yazarın takip edeceği çizgiyi işaret etmesi açısından önemliydi. İkinci romanı Rüya Günlüğü, Apartman Boşluğu’yla benzerlikler barındırır. İstanbul’un yüz binlerce apartmanından birisinde sevgilisiyle tekdüze bir hayat sürdüren, ekonomi dergilerinden yaptığı çevirilerle geçinen genç bir adamın kâbuslarını anlatan Rüya Günlüğü’nde gündelik hayatın içinden, sıradan ayrıntılardan, huzursuzluk veren rastlantısallıklardan kaynaklanan gerilim öğesi yine rüyalarla zenginleşmişti. Benzer temaları Boş Zaman’da da işledi Bıçakcı; kim olduğunu, hangi zamanda ve mekânda bulunduğunu hatırlamayan roman kahramanının uyanışıyla ve ‘uyanış’ bölümüyle başlayan hikâye, adamın hayatındaki karanlık noktaların adım adım çözüldüğü ancak her çözümün bir kara deliğe dönüştüğü karabasan atmosferinde ilerliyordu. Aslında bütün gerilim kahramanın içine düştüğü o kimliksizleşmeden, bireyin mânâsını yitirmesinden, kendisini hayata dışarıdan bakan bir yabancı gibi hissetmesinden kaynaklanmıştı.
Özetle söylemek gerekirse, Bıçakcı’nın roman kahramanları zamanla, mekânla, kalabalıklarla, iş dünyasıyla kuşatılmış, her anlarının denetim altında bulunmasından tedirgin insanlar. Kuşatılmışlıklarını bilinç katına çıkaramadıkları, düşmanın kimliğini süzemedikleri, öfkelerini isyana dökemedikleri ölçüde bilinçaltından gelen canavarlarla boğuşuyorlar. Hepsi de yolunu şaşırmış, hepsi de yalnız, hepsi de yabancı. Nitekim şöyle diyecektir Arif kendi kendisine; “Kalabalık denetimsizlikti. Denetimsizliği seviyorum. Kalabalığı sevmiyorum yine de. Kalabalık enerjimi emiyor. İçinde çok insan olan her şey beni dışlıyor.”
Büyük hayali beste yapmak gibi görünmekle birlikte, aslında çok daha küçük mutluluklar peşinde Arif. Sıradan insanların anonim düşleri, çoğumuzun paylaşacağı mutluluklar. Boş zaman istiyor; telefonla bile görüşemediği arkadaşlarıyla yüz yüze görüşmek, yetişmesi gereken toplantılara ayarlı kol saatini masa altından kontrol etmeden onlarla uzun uzun oturmak için boş zamana ihtiyacı var. Dükkânlarda, kitapçılarda rahat rahat vakit geçirmek, bacakları ağrıyana kadar yürüyüş yapmak, sabahları açma veya poğaça alıp huzur dolu pastane masalarında dilediği kadar oturmak, kaldırımlarda sokak köpekleri gibi başıboş dolanmak, uyandıktan sonra yatakta kalmaya devam etmek. Bir aylak(flaneur) olmak. Ne var ki, elinde imkan olduğunda gerçekleştiremeyecektir bu basit taleplerini. Hayata dokunmak coşkusuyla yola çıkan Arif, bir hayat kaçağına dönüşecektir.
Bıçakcı’nın başarısı, Akif ve önceki roman kahramanlarının bireysel patolojilerinin toplumsal karşılıklarını göstermek. Onlar hayalleriyle, düşünceleriyle, inançlarıyla bu toplum tarafından belirlenmişler, diğerlerinden farkları sıkıntılarının farkına varmaları. Bıçakcı, gündelik hayatın içinden işte bu insanları, bu sıkıntıların doğurduğu gerilim imgesini, gerilimi besleyen mekânları yakalıyor. İnsanları, mekânları, eşyaları tekinsizlik duygusu yaratacak bir gerilim atmosferiyle taşıyor kurmaca dünyasına. Dışarıdaki tekdüze hayat romanda gerçek niteliğiyle açığa çıkıyor.
2000’li yılların en sevdiğim yazarları arasında saydığım Hakan Bıçakcı’nın her romanında ilerleme kaydettiğini düşünüyorum.
Esen Tezel / Sabah Kitap / Ocak, 2008
İlham perisi hapishanesi
Hakan Bıçakcı, romanlarındaki korku ve gerilim öğelerini gerçeküstü figürlerden değil, gündelik hayatın herkese, hepimize ait ayrıntılarından çıkaran bir yazar. Daha önceki kitaplarında hafıza kaybı, başkasının rüyalarını görme, mekânsal yabancılaşma gibi temalar seçen ve kahramanlarını her seferinde yalnızlaşmaya, kendi içine kapanmaya mahkum eden Bıçakcı, yeni romanı Apartman Boşluğu’nda da tarzını koruyor. Kitabın başkarakteri Arif, yalnız yaşayan, kısa bir süre önce işten çıkarılmış bir reklamcı. Fakat onun asıl ilgi alanı, bunun da ötesinde varoluş amacı, müzisyenlik. Çünkü Arif aynı zamanda, barlarda yabancı grupların bestelerini çalan bir rock grubunun vokalisti. Fakat bu genç adamın bir sıkıntısı var: O aslında başkalarının ürettiği müziği icra etmek değil, kendi yarattığı, kendi ürettiği, kendi zihninin bir parçası olan müziği insanlarla paylaşmak istiyor. Bu basit ve son derece yerinde gibi görünen istek, zamanla Arif’in iç dünyasında bir saplantıya, hayatının diğer yönlerini de etkileyecek bir takıntıya dönüşüyor. İşten çıkarılmasıyla birlikte bir anda ortaya çıkan uçsuz bucaksız zamanını en iyi şekilde değerlendirmek isteyen Arif, rahat rahat beste yapabilmek için daha geniş ve sessiz bir eve taşınıyor, yeni evinin bir odasını stüdyo haline getiriyor. Bu evin, klasik korku hikâyelerindeki perili evlerin modern bir versiyonu olduğu söylenebilir: Borulardan ve kalorifer peteklerinden sesler geliyor, eşyaların yerleri Arif’in hiçbir zaman emin olamayacağı kadar küçük oynamalarla değişiyor. Evin en sıradışı özelliği ise, yatak odası duvarında bulunan, portakal büyüklüğündeki delik. Arif eve ilk taşındığında bu deliği kapattırmayı düşünüyor, fakat bu kararını bir türlü uygulayamıyor.
Her şeye rağmen görünüşte bütün şartların beste yapmaya elverişli olduğu bir evde bu genç müzisyenin asıl sorunu daha da belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor: Arif bir türlü beste yapamıyor. Çünkü zihninde melodiler eksik, ritimler eksik, şarkı sözleri eksik. Biri olmadığı zaman, diğerlerinin ortaya çıkması imkânsızlaşıyor. İşte tam bu sırada imdadına duvardaki delik yetişiyor: Delikten gelen yarı melodik, tuhaf sesler Arif’e ilham kaynağı oluyor ve beste yapma süreci başlıyor.
Belki roman bu kadarla kalsaydı, biz de okur olarak rahat bir nefes alabilirdik. Fakat Apartman Boşluğu’nun asıl odak noktası, Arif’in bu beste yapma sürecindeki kaygıları. Bu kaygılar onu sevgilisinden ve arkadaşlarından uzaklaştırıp yalnızlaştırıyor, gitgide eve kapanmasına ve ilham perisinin -duvardaki deliğin- kölesi haline gelmesine neden oluyor. Özgünlük endişesi, birçok sanatçıda olduğu gibi onda da paranoya noktasına varan bir takıntı haline geliyor. Besteler ortaya çıktıkça, kaydedildikçe ve grup arkadaşlarından övgüler aldıkça Arif’in mutsuzluğu azalacağına artıyor. Çünkü şu sorunun cevabını bir türlü veremiyor: O mükemmel besteler kendisine mi ait, yoksa içinde yaşadığı eve mi?
Sanat üreticilerinin, sanat yapıtının ortaya çıkışını anlatırken kullanmayı pek sevdikleri “ilham perisi” kavramını bir kıskaç, sanatçının özgürlüğünü ve yaptığı işi sahiplenmesini engelleyen bir kara delik olarak cisimleştiren Apartman Boşluğu’nun kurgusu da konusunu destekler nitelikte. Arif’in yaşadıklarını kimi zaman onun, kimi zamansa dış anlatıcının ağzından takip ediyoruz. Bu iki sesin zamanla birbirinden kopması, hatta birbiriyle çelişmeye başlaması, Arif’in iç dünyasındaki kopuşla da paralellik gösteriyor.
Apartman Boşluğu, sanatsal yaratıcılığın zor ve bunaltıcı yanlarını yarı fantastik bir atmosferde ele alan, okunmaya ve üzerinde düşünülmeye değer bir roman.
Ceyhan Usanmaz / Virgül / Şubat 2008
Basit ve ufak sızıntılar
Hakan Bıçakcı’nın dördüncü romanı Apartman Boşluğu, yeni yılın ilk yerli romanlarından… (Yazarın bir de hikâye kitabı yayımlanmıştı, ama Bıçakcı’yı bir romancı olarak değerlendirmek, sanırım daha doğru.) Apartman Boşluğu’nda da Bıçakcı’nın, önceki romanlarından aşina olduğumuz yapıyı koruduğunu söyleyebiliriz. Daha açık bir ifadeyle: Bıçakcı’nın romanlarındaki korku/gerilim unsuru, tekinsizlik, klostrofobik atmosfer, olağanüstülüklerin ardında saklı değil; aksine, belki de bu kadar keskin olarak duyumsanmalarının sebebi, bunların günlük hayatın içinden, sıradanlıktan ortaya çıkıyor olmaları. Örneğin, hafızasını yitirmiş bir şekilde uyanan –Boş Zaman romanının kahramanı– Harun’un bakışıyla, ailesinin olaydan sonraki ilk ziyareti:
Kapı zili, evin içi ve dışı konusundaki dağınık düşüncelerimi tek bir noktaya toplayarak oracıkta boğdu. Gülden’in [karısı] misafirlerin geleceğini söylediği an içime düşen sıkıntı, onların geldiğini haber veren zilin telaşlı ve tiz sesinin etkisiyle boydan boya çatladı. Çatlaklardan sızan heyecan, korku ve merak, iç organlarıma doğru ılık ılık dökülmeye başladı. (…) Kayıp geçmişimin gittikçe belirginleşen ayak sesleri kalp çarpıntıma karışmıştı. Kapının eşiğinde dikilmiş, Ortaçağ’dan da eski bir zamandan, içine sıkışmış olduğum dakikanın merkezine doğru tuhaf homurtular çıkararak tırmanan çok başlı yaratığı dinliyordum. (…) Bu, salondaki fotoğrafta yanımda duran yaşlı adamdı. Şaşkın ve meraklı gözleri beni gördüğü an iri yaşlarla doldu. “Harun’um!” ‹htiyar bedeninden beklenmeyecek bir çeviklikle yaklaşıp sımsıkı sarıldı. (…) Bu samimi ihtiyar kolların arasında bir ceset gibi hissediyordum kendimi. (…) Tam kendimi toparlamak üzereydim ki, yaşlı bir kadın kapının eşiğinde belirdi. Annem olduğunu tahmin ettiğim bu kadın az önceki ihtiyara göre daha çekingendi ve iletişime kapalıydı. (…) Kısa ve gergin bir sessizlikten sonra babam, “Yahu Can’ı hiç mi özlemedin?” diye yaralı bir hayvan gibi inledi. Sesinde derin bir sitem vardı. “Özledim tabii, gel oğlum babana.” Çocuk yüzyıllardır bu emri bekliyormuş gibi oturduğu yerden fırlayarak can havliyle kucağıma atladı. Salondaki herkes isterik kahkahalar attı. Kendimden bağımsız hareket ettiğini hissettiğim elim iri bir örümcek gibi gezinmeye başladı çocuğun yumuşak siyah saçlarının arasında. (Boş Zaman, Oğlak Yayıncılık, 2004, s. 36-38)
Mümkün olduğunca daraltmaya çalıştığımız ve etrafına kalın çizgiler çekerek güvenli hale getirdiğimizi düşündüğümüz –sıkıcı ama rahat– günlük hayattan basit ve ufak bir sızıntının peşinden sürüklediği gerilim, Bıçakcı’nın romanlarının ortak noktası. Bu rahatsız edici atmosfer, Apartman Boşluğu’nda daha da kalınlaşıyor. Çoğunlukla iş hayatındaki memnuniyetsizlikler sebebiyle daha yakıcı hale gelen, –özellikle ekonomik durum elverdiğinde– her şeyi bir kenara bırakarak uzun zamandır arzulanan, ama hep ertelenen “bir şeyle” uğraşmaya başlamak düşüncesi… Hemen herkesin en az bir kere aklından geçirmiş olduğu bu düşünceye, Apartman Boşluğu’nun kahramanı Arif de kapılıyor. Reklamcılık sektöründe çalışırken işten çıkarılan Arif, böylelikle, “Aydınlık toplantı odalarının, uzun ve anlamsız tartışmaların, ego mücadelelerinin, ikinci sınıf patron esprilerinin, üçüncü sınıf sanatçı kaygılarının ve kaprislerinin, klişe olanın her gün yeniden orijinalmiş gibi paketlenişinin, içi fena halde boşaltılmış ‘yaratıcı’ kelimesinin, çarpık mizah anlayışının, ukalalığın, Amerikan özentiliğinin, karton bardaktaki çay-kahvelerin soğuk diplerinin, revizyonların, alternatif çalışmaların, b planlarının, yarı İngilizce yarı Türkçe sakat cümlelerin, stresi aynalı camlarla kaplayarak yücelten plazaların” da dışına çıktığı, alacağı yüksek miktardaki tazminatla birlikte “esas işi” gibi gördüğü çalışmalarını hayata geçirme imkânı yakaladığı için işten kendi isteğiyle çıkmış gibi hissetmektedir. Aslında, çalıştığı dönemde de vokalisti olduğu grubuyla birlikte sahneye çıkmakta, ama artık başkalarının şarkılarını değil kendi bestelerini, dahası kendi albümünden parçaları seslendirmek istemektedir:
Şimdi, karşımdaki karanlık ve tutkusuz kalabalığın yaş ortalaması benimkinin en az on sene altında. Ve onların gözündeki duygunun ne olduğuna bakamayacak kadar heyecanımı yitirmiş durumdayım. Bir kukla gibi sahneye asılmış, başkalarının yapıtlarını tekrarlamaya devam ediyorum. Dinleyiciler de evcil hayvan dükkânında papağanlara bakan insanlar gibi kafesimin başında toplanmış, sesimi nasıl da bilmem kim gibi çıkarışımı izliyorlar. “Sahneye yemiş atmak yasaktır!” Biz de büyüdük fakat hâlâ bizim olmayan bir repertuarın ağlarında, emanet notaların arasındayız. Müzik grubu falan değiliz maalesef, müzik grubu taklidi yapıyoruz. (…) Hiçbir şey üretmeyip üretilenleri tekrarlamak tüketmişti bizi. Bir albüm yapmalıydık. (…) Şimdiye kadar doğru düzgün vakit bulamamıştım beste yapmaya. Aslında denememiştim bile… Fakat artık işim yoktu, zamanım vardı. (…) Artık hayattaki tek amacım, var oluşumun tek dayanağı buydu. Bir albüm… (s. 31-32)
Eski mesleğinden kalma bir “isim çalışması” pratiğiyle Tazminat Dönemi olarak adlandırdığı yeni bir sürece adım atan Arif, hayatını buna göre düzenleme kararı alır. İlk iş olarak, beste çalışmaları için bir odasını stüdyo olarak kullanabileceği daha “sessiz” bir eve taşınan Arif’in –aslında daha önceden, kitabın kapağından itibaren okurun da– peşini bırakmayan, sonunun nereye vardığı kestirilemeyen delik (balık tezgâhındaki gider deliği, yatak çarşafındaki sigara deliği, pastanedeki masanın uzak köşesindeki delik, bardaki seyirci kalabalığının ortasındaki delik) yeni taşındığı evin duvarında da karşısına çıkar. İşte bu nokta –Bıçakcı’nın önceki romanlarını okuyanların tahmin edebileceği gibi– aynı zamanda romanın kırılma noktası; “normal” bir şekilde ilerleyen hikâyedeki basit ve ufak bir sızıntı… Bıçakcı anlatımıyla da bunu güçlendiriyor; ilk sayfalarda bir birinci tekil şahıs, bir üçüncü tekil şahıs şeklinde düzenli bir ritimle ilerleyen bölümler de bulanıklaşmaya başlıyor ve zaman zaman, yeni bir bölüm başlangıcında hikâyenin kimin gözünden anlatıldığının anlaşılması için artık birkaç cümleye ihtiyaç duyuluyor. Özellikle rüyaların devreye girmesiyle hikâyedeki tüm ayrıntıların bir araya gelişi, Bıçakcı’nın diğer roman kahramanları gibi Arif’in de “gerçekliği” iyice kaybetmesine neden oluyor:
Anlatacakları bizzat başından geçmiş olaylar değil, kötü bir filmde izlediği veya gereksiz bir kitapta okuduğu saçma sapan maceralardı sanki. Sahnelerden veya satırlardan ibaretti. (s. 186)
Bir bilgisayar oyununun içinde gibiyim. (s. 217)
Burada, Bıçakcı’nın romanlarının bir diğer ortak noktasından söz edilebilir: ayrıntılar ve rüyalar. Romanlarını dar bir kadro ve birkaç mekânla sınırlandırdığını düşünürsek, Bıçakcı’nın ayrıntılı anlatımı daha bir çarpıcı hale geliyor. İlk bakışta birbirinden bağımsız bu ayrıntıların –diğer romanlarda da etkin bir rol üstlenen– rüyalarda bir araya gelmesi, hikâyenin merkezinde çoktan oluşmuş anaforu kuvvetlendiriyor. Üstelik, –Apartman Boşluğu özelinde– Arif kimi zaman gördüğü rüyaları unutabiliyorken, okurların birkaç sayfa önceki satırları unutabilmesi mümkün görünmüyor; dahası, Hakan Bıçakcı “Arif’in Hatırlamadığı Rüyaları” da sıralayarak okurun yükünü ağırlaştırıyor.
Sonuç olarak; daha çok ilgiyi hak ettiğini söyleyebileceğimiz Hakan Bıçakcı, romanlarıyla, –ilk romanı– Romantik Korku’nun girişinde Goethe’den yaptığı şu alıntıyı tekrar tekrar hatırlatıyor: “Her bakış bir gözlem, her gözlem bir düşünce, her düşünce bir bağlantı ve ilişki doğurur. Öyle ki, evrene her dikkatli bakışımızda bir teori kurduğumuzu söyleyebiliriz.”
Ayşe Çavdar / Yeni Aktüel / Şubat 2008
Bir zamane Arif’in hikâyesi
Hakan Bıçakcı çok genç ama üretken bir yazar. Oğlak Yayınları arasından, beşinci kitabı ve dördüncü romanı yayımlandı. Bugünün kafası karışıklarını anlatıyor genellikle. Son romanı Apartman Boşluğu’ndaysa, giderek içlerinde yaşadığımız apartmanlar kadar sıkış tıkış bir hayattan bir anda -işten kovulduğu için- bertaraf olan müzisyen bir gencin kafasının karışma sürecini yazıyor.
Arif adlı bir arkadaşla tanışıyoruz Apartman Boşluğu’nda. Bir reklam şirketinde çalışırken kapının önüne konulmasını fırsat bilip, hep yapmak istediği besteler için hayatını yenilemeye karar veriyor Arif. Bunun için yaşadığı semtte, odalarından birini stüdyo olarak kullanabileceği bir eve taşınıyor. Yatak odasının tavanındaki aynayı kaldırtmadığı gibi, köşedeki deliği de kapattırmıyor. Aslında hayali, iş hayatının onu sıkıştırdığı daracık alan ve zamanda bir türlü yapamadıklarını yapmak. Arkadaşlarıyla görüşmek, müzikle uğraşmak, boş boş gezmek.
İşsizliğin ilk günleri, zamanı olma ve acele etmeme duygusuna alışmakla geçiyor. Dört yıldır birlikte olduğu sevgiliden ayrılıyor, yeni evine yerleşiyor, evini giderek artan güvenlik sistemleriyle donatıyor ve ilham perisini bekliyor. Peri geliyor da… Ama biraz sevimsiz bir yolla, Arif’i kendisinden şüpheye düşürecek bir yöntemle beliriveriyor sahnede. Bu bir eski zaman hikâyesi olmadığından, Arif’in periyle olan ilişkisi kimi zaman fantastik bir hikâyenin içine mi düştüğümüz izlenimine kapılmamıza neden oluyor. Ama hiçbir şey göründüğü gibi değil ve her şeyin mantıklı bir açıklaması var.
Arif, aslında sürekli tekrarlayan biri. Kapılardan girişleri, çıkışları, etrafındakilere bakışları, onları anlatışları, anlayışları sürekli tekrarlanıyor. Romanın başındaki bu tekrarlar, Arif iş yaşamının rutininden uzaklaştıkça azalıyor ama kaybolmuyor. Aslında belli belirsiz çaba da sarfediyor tekrarları kırmak için. Örneğin bir sokak satıcısından saat çalıveriyor, bestelerini yapar ya da şarkı sözlerini yazarken reklamcılıktan edindiği kimi alışkanlıkları özellikle sorguluyor, bir de yeni alışkanlıklar ediniyor. Ama hiç kolay değil, dışarıda sürekli kendini tekrar eden ve tüketen bir yaşam sürüp gidiyor. Arif’in bunun dışına çıkıp, kendini göstermesi gerekiyor. Kendini göstermesi ve görmesi…
Aslında anlatılan öykü bu kadar karmaşık değil. Açıkçası öykünün sonu hakkında bilgi vermemek ve okuma zevkini elinizden almamak için sözü dolaştırma ihtiyacı hissediyorum. Çünkü çok bildik bir hikâye bu. Okur-yazar, çizer, söyler ve besteler tayfasıyla biraz haşır neşir olanlar ya da haklarında yazılanları, iç döküşlerini okuyanlar bilirler bu türden bunalımları. Hakan Bıçakcı da çok iyi biliyor. Ve çok anlamlı bir şekilde hikâyenin o kadar da karmaşık olmadığını, bütün bunların anlaşılır ve anlatılır durumlar olduğunu son derece basit bir dil ve sade bir kurguyla öykülendiriyor. Kimilerinin yaptığı gibi etraftakileri suçlamıyor ya da entelektüel üretimin ancak münbit bir kültürel birikim ortamında olabileceği, etrafta böyle bir şey olmadığı için entelektüelin de bunalıma girdiği gibi mazeretçi söylemlere takılmıyor. Bir adamın kendi(ni) üretme mücadelesini, yine kendi deneyim ve tasavvur evreniyle anlamak gerektiğini vurguluyor. Buraya kadar çok iyi.
Bu romanın “daha da iyi olabilirdi” dedirten yönüyse, Arif’in de etrafındakilerin de eksiltilmiş karakterler olmaları. Arif’i derinlikli bir şekilde tanımayı, okuma eylemini etkileşimli bir şekle büründürerek başarabiliriz belki, ama geriye kalanlar ve hatta Arif’in yaşadığı coğrafya olarak İstanbul böyle bir öyküde çok daha esaslı işlevler görebilecekken yalnızca izleyici gibi kalıyorlar. Biraz aşırı-yorum denemesiyle bu eksikliğin, tam da Arif gibi birinin, daha doğrusu Hakan Bıçakcı’nın tahayyülündeki bugüne ait bir sanatçının algı darlığını vurgulama yöntemi olarak özellikle yaratıldığını düşünebiliriz. Ama öyle değil gibi. Eğer öyle ise ortada bir haksızlık olduğu duygusuna kapılmak da hakkımız.
Arif hakkındaki en çarpıcı tanım: “Anneannesi tarafından fazla beslenmiş ve sıkı giydirilmiş, üçüncü dünyada İngiliz şarkıları söyleyen, reklamcılıktan kovulma bir sahne sanatçısı…” Yıllardır barlarda birlikte sahne aldığı ve vokalisti olduğu müzik grubuyla kendi şarkılarını söyleyememenin ezikliğini, yaşı ilerledikçe daha da keskin bir biçimde hisseden bir adam Arif. Ama işten kovulmasa bu hırsı aklına gelmeyecek kadar da suyun akışına bırakmış kendini. Kitabı bitirdiğinizde o çok istediği besteleri yapmasının da çok iradi bir eylem olmadığını anlayacaksınız.
Peki ama nedir bir insanı, hem de üretken ve yaratıcı olabilecek, adı da Arif olan birini kendi yaşamı hakkında bu kadar pejmürdeliğe iten, bir apartman boşluğuna mahkum eden? Açıkçası Hakan Bıçakcı’nın kimi sorulardan kaçtığı izlenimine kapılmamak mümkün değil. Bu yüzden hikâye, kimi kitabın ikinci yarısından sonra bir anda çözüme bağlanırken zihnin damağında bir eksiklik, bir “E yani, bu kadar mı?” duygusu kalıveriyor. Öte yandan Bıçakcı’nın, Apartman Boşluğu’na serpiştirdiği küçük ipuçları onun da bu eksikliğin farkında olduğunu düşünmeme sebep oluyor. Kimbilir, belki de boşlukları sonraki kitaplarında doldurur.
Pakize Barışta / K Dergi / 07 Mart 2008
“Apartman Boşluğu”
Modern denilen insanın içine düştüğü boşluk, günümüz insanını kendi iç aleminden koparan, ruhunun zenginleşmesini engelleyen en önemli yabancılaşma ögesi.
Aslında bu tuhaf insan tipinin doğadan kopmuş bir insan olduğunu her geçen gün biraz daha fazla anlıyoruz.
Edebiyat, belki de bu boşluğu dolduran, hatta dengelemeye çalışan bir insani eylem olabilir.
Kendine yabancılaşmış olan insanı, kentlere gömülmüş insan olarak da tarif edebiliriz.
Doğadan uzaklaştıkça çekirdek aileleşmiş, kurumsallaşmış ve şirketleşerek özünü kaybetmiş bu insan, bir yandan da doğallık peşinde; eylemlerinde safiyeti ve doğallığı hedefliyor. Bir de aşk peşinde aynı zamanda; aşkın da kendi doğası zedelenmiş çünkü, doğadan kopmuş insanla birlikte.
Edebiyat bence özünü kaybetmiş bu insanı, hem eleştirip hem de mutlu etmeye kalkarken yine, genlerimizde üstü örtülü duran o büyük özlemin yani doğayla bütünleşip, pagan hayatın insanı olmanın işaretlerini mi veriyor gizliden gizliye?
Her an hissedilen o büyük huzursuzluk; insanın doğa yasalarına kafa tutarcasına, hatta bu yasalara egemen olup, mutluluk mutluluk sağlayacağı ütopyasıyla birebir ilişkili gözüküyor. Bu uyumsuzluk, o gizli huzursuzluğun da, hatta güvensizliğin de kaynağı zaten.
Boşluk, kentleşmedeki Kafkayen örgütlenmelerin gelişmesine ve zenginleşmesine paralel olarak daha da derinleşiyor.
İnsan bu boşluk içinde çaresizliğini hissediyor ve onu bir modernist kader kültürü içinde kabulleniyor.
Hızlı ama yeknesak; bilgi olarak zengin ama yalnız, teknolojik olarak ileri ama duygusu zedelenmiş bu boşluk insanı için edebiyat; özellikle bugün, sarılabileceği belki de tek cankurtaran simidi.
Yazı, boşluğun ürkütücü türbülansını zayıflatır.
Edebi güç, boşluğun gücünden çok daha etkili olmuştur her zaman.
Aynen Hakan Bıçakcı’nın yeni romanı Apartman Boşluğu’nda olduğu gibi.
Apartman Boşluğu’nda, yazar romanın başkahramanıyla okurunu aynılaştırmış sanki. Arif’i (roman kişisi) hayattan çekip çıkarmış ve romana yerleştirmiş. Romandaki hayali kurgusal Arif’i de yazının içinden dışarı alıp bizlerden biri yapmış. Yani roman kahramanı Arif, roman okuru Arif olmuş.
Hakan Bıçakcı, günümüz kentsel gerçekliğini edebi olarak oldukça başarılı ele geçirmiş gözüküyor.
Yazar, romanın derinliklerine gömdüğü şifreyle ilgili çözüme yönelik ipuçlarını da kitabın başına yerleştirmiş. Cicero’dan: “İnsanın en büyük düşmanı, doğrudan doğruya kendisidir,” ve C.G.Jung’dan: “Bu gezegende korkmamız gereken tek yaratık insandır,” sözleriyle okurun romanı anlama ve kavrama çabasını kolaylaştırmış oluyor.
Apartman Boşluğu, okurunu oldukça tedirgin eden, hatta onda sıkıntı yaratan genç bir roman… Kentleşmiş, hatta metropolleşmiş ama hayat duyarlılığını bütünüyle umutsuzluğa yaslamamış, hayalini bütünüyle kaybetmemiş genç kuşağı hedef kitlesi olarak seçmiş bir roman; okuruyla bir dil birliği kuruyor.
Apartman Boşluğu’nda roman kişileri kendi boşluklarını yaşarlarken, içlerinden biri; Arif, sistemle ilgili yabancılaşmasına karşı çıkar ve hayal ettiği gibi yaşamanın peşine düşer; beste yapmak, beste yaparak gerçek bir müzisyen olmak, kendi zamanının efendisi olarak arkadaşları ve dostlarıyla istediği gibi vakit geçirmek, kentin içinde neredeyse zamanı delercesine salınmak, çalar saatsiz bir yatak odasında uyanmak, dolayısıyla da neredeyse sisteme kafa tutan bir serserilik yaşamak…
Arif, sonunda sınırlı da olsa özgürlüğüne kavuşmak için bütün köprüleri atarak, hayalinin bir ucundan da olsa ilerleyerek boşluğa dalar; bu aslında kendi boşluğudur aynı zamanda. Tasavvufi modern bir yorum da getirilmiş olan bu boşluk, yazarın imge gücünün de olumlu bir metaforik ürünü.
Hakan Bıçakcı, derdini oldukça modern bir dille anlatmış romanında. Okurunda bir dizi sarsıcı etkiler yaratan, onu tekinsizliğe yönelten ve geren, önüne aşılması gereken, siyah ve beyazın değişik tonlarında bir dizi perde-duvarlar çıkaran kurgu âlemiyle oldukça başarılı bir edebiyat örneği sunuyor.
Apartman Boşluğu, aynı zamanda ilginç bir psikolojik gerilim romanı; hayaller, kâbuslar, seçilmiş bazı detaylara takıntılı bir beyin ve sanki gaipten duyulan sesler:
“Pastane kapısının altın rengi tokmağı buz gibiydi. İtip içeri girdim. Pastane kapısının altın rengi tokmağı sıcaktı. Çekip dışarı çıktım. İtip içeri girdim. Çekip dışarı çıktım. İçeri girdim. Dışarı çıktım. Girdim. Çıktım. Buz gibiydi. Sıcaktı. Girdim. Çıktım. Ayakkabıları çıkarıp terlikleri giymek… Terlikleri çıkarıp ayakkabıları giymek… Deneme. Deneme bir, iki, üç … İtmek… Çekmek… İlkini daha severek… İkincisi daha yıpratıcı… Hayata karışmanın yoruculuğu ve tatmin ediciliği ayakkabıların içinde… Hayattan kopmanın dinginliği ve tedirginliğiyse kapıyı itip pastaneye girince…”
Apartman Boşluğu, homo politicus olduğunu unutmuş bir kuşağın ilgi çekici romanı. Yazarı da, bu kuşağın bir temsilcisi gibi duruyor. Her şeyin farkında olup da, insanı insan hasletlerden biri olan politicusluğu, gündeminin bir yerlerinde bulundurmaktan imtina etmiş bir yazarın oldukça başarılı bir edebi yazısıyla karşı karşıyayız yine de.
Hülya Soyşekerci / Varlık / Nisan 2008
Apartman boşluğundan gelen esintiler
Hakan Bıçakcı’nın yeni romanı Apartman Boşluğu, farklı konusu, imgeleri, psikolojik derinliği ve metafor zenginliği ile öne çıkan, atmosferindeki korku ve gerilim öğesinin dengeli kullanımıyla dikkati çeken ilginç bir yapıt. Romandaki başat unsur bir delik; bir boşluk; apartman boşluğuna açılan, duvardaki kara bir delik… Hiç önemsizmiş gibi insan yaşamlarında yer alan bu türden boşlukların, yaratıcı imgelemin ufuklarında nerelere evrildiğini görmek, okur için de inanılmaz bir deneyim. Öyle simsiyah ve karanlık bir boşluktur ki bu, roman kahramanı Arif’in bütün dünyasını uzaysal kara delik gibi yutar, yok eder. Onu dış dünyaya kapatırken, kendi iç dünyasına geçişini sağlayan köprü görevini üstlenir. Bu boşluğun, bu deliğin bir ruhu vardır sanki; sürekli olarak Arif’i kendisine doğru çeker; sonsuzluğa açılan bir girdap gibidir, bir yönüyle de Arif’in yaratıcı bilinçaltı karanlıklarının temsilcisidir.
Apartman, günümüzde kentsel mekânların kurucu öğelerinden biri. Belirli sayıdaki insan topluluğu, göğe doğru uzanan bu dar mekâna yığılmış/sıkıştırılmış durumda, zorunlu olarak yaşıyor. Bunun gibi yüzlerce, binlerce “darmekân apartmanlar” yer alıyor metropollerde. Modern zamanlar, iletişimin yerini iletişimsizliğe bırakırken, bireyler kendi yalnızlıklarını ve yabancılaşma duygularını, en çok apartman yaşamında hissediyorlar. Hakan Bıçakcı, bu ana sorunsaldan hareket ederek, bireyin parçalanmış dünyasını, kapkara, kopkoyu bir boşluğun içinden geçirerek aktarıyor bizlere. İşinden ayrıldığı için yaşamında bir boşluk açılan reklam yazarı Arif, kendi deyimiyle “Tazminat Dönemini”ni yaşamaktadır. Yeni bir eve taşınmak, kendisini her şeye kapatarak şarkı besteleri yapmak ve bunları bir albüme dönüştürmek planları içindedir. Akşamları belli günlerde müzik grubundaki arkadaşlarıyla Beyoğlu barlarında söylediği şarkıları, başkalarından ödünç alınmış şarkılar olarak görür. O, bir ‘icracı’ olmak yerine gerçek bir ‘sanatçı’ olmak; sanatın yaratıcılığında kendi varoluşunu kanıtlamak idealini taşır yüreğinde.
Önce eski evinden ayrılmak için harekete geçer, bir emlakçı aracılığıyla yeni bir ev bulur: Bir apartman dairesinden diğerine taşınacaktır. En büyük fark, bu evin daha sessiz olmasıdır. Başka farkları da vardır; bir odasının duvarları siyaha boyanmıştır, başka birinin tavanında bir ayna yansılanır… Bunları aynen koruma kararı alan Arif’in zihnini öteki odanın duvarlarını boyattığında gördüğü gedik meşgul eder. Emlakçıya göre bu, apartman boşluğuna açılan önemsiz bir deliktir; her an kapatılabilir. Arif, yeni evindeki boya kokusunun dağılmasını beklerken, eşya kolilerini bırakıp anneannesinin evine gider. Bir süre geçtikten sonra yeni ev’dedir artık. Yeni ev’de, eski ev’de tek tek kolilediği eşyaları açıp düzene koymaya başlar. Bu taşınma sırasındaki ayırma, seçme, sınıflandırma, kategorize etme, düzenleme, vb… işlemlerinden anlaşıldığı kadarıyla Arif, takıntıları olan biridir. Mekânlara ait takıntıları, sözcüklerle ilgili takıntıları, paralellik ve simetriyle ilgili takıntıları… Arif, sık sık açı değiştirerek bakar uzamsal açıdan. Sanki onun gözüyle bakan bir kamera sık sık yer değiştirir. Bir şeyin, bir mekânın hem içini hem dışını görür kahramanımız. İç ve dış’tan başka; ön-arka; canlı-cansız, içeri-dışarı, soğuk-sıcak, eski-yeni… gibi karşıtlıklarla, kavramsal-mekânsal paralellik ya da simetrilerle karşılaşırız onun bakışı aracılığıyla. Zaman zaman nesneler kişilik kazanır, insani bakış açısı taşırlar. Nesnelerin insana bakışı, insanın nesnelerin içine girerek dışa bakması… Arif, varlıklarla özdeşleşir; sözgelimi, tezgâhta yatan ölü balıklarla. John Berger’in Görme Biçimleri adlı yapıtı, yazar tarafından anımsatılmaktadır sanki.
Arif, kendini dış dünyaya kapatmak için her şeyi yapar; on iki kilitli çelik kapı, üzerine ek olarak demir kapı, asma kilit, güvenlik kamerası, alarm zili… Kendini tehdit altında gördüğü için pek çok anahtarı olur, ama henüz yaşamının anlamı için bir anahtar bulamamıştır: Kendi bestelerini… Mutlak bir sessizlik yoktur bu evde de; su borularından gelen sesler, merdivenlerde karanlıkta duyulan sahipsiz ayak sesleri… Su borularındaki sesleri dinleyerek besteye dönüştürmeye çalışır. O denli yabancılaşmış ve tek başına kalmış bir bireydir ki, parçalanmış kişiliği kendi benliğini tutsak almıştır. Önceki ilişkilerini yavaş yavaş bırakıp kendi kabuğuna çekilir iyice. Bir gün, duvardaki deliğin içine uzandığında siyah bir teyp bulur, içindeki kasette fare seslerinin yanı sıra muhteşem ve özgün bir melodi vardır… Karşısındaki apartmanda, belirli bir noktaya sürekli bakan yaşlı bir kadını ve duvarda yer alan tabloyu görür Arif. Tablo sık sık değişir; bazen balerin olur, bazen koşan atlar, bazen natürmort… Bunları heyecanla not aldıkça şarkı sözlerine doğru bir yolculuk başlar… Sanrılar, düşler, rüyalar, anımsamadığı rüyalarının düştüğü kara delik; bilinçaltı… Bu derin, karanlık boşluktan yaşamın özü yankılanır; ses ve imgeler halinde… Sanatı besleyen tekil ve kolektif bilinçaltı kuyusunun derinliği, sonsuza açılır…
Kahramanımız sık sık kendine döner, kendi dışına çıkarak kendi içine bakar. Sesi sürekli yabancı gelir ona; bazen kendisini bir dublajcı seslendiriyor gibidir. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanının kahramanına yakındır Arif; onun gibi, yaşamdaki bütün ayrıntılara karşı dikkatli ve titizdir; ötekilerin göremediklerini görür, duyamadıklarını duyar… Nesnelere, ayrıntılara odaklanan, yabancılaşmış, ruhsal travmaya uğramış bir bireydir. İnsanlara uzak, toplumun dışında, hayatın kıyısındadır. Bir sanatçıdır o. Sanatçının yalnızlığı ve yalıtılmışlığıyla yaşar. Kitaplar dünyasında da dostlukları vardır Arif’in; şarkı bestelemeye başlamadan önce, ilk aldığı kitap Rollo May’in Yaratma Cesareti’dir. Çünkü gerçekten yaratma cesaretine ihtiyacı olduğunu dile getirir.
Apartman Boşluğu romanında bu niteliklerin yanı sıra dikkati çeken başka bir husus, bu romanın sinematografik öğelere yaslanıyor olması. Hızla akıp giden görüntüler, iç ve dış sesler, görüntülerin iler-geri sarılması, zamansal atlamalar, ses ve görüntü efektleri… Çevrimlenen kameranın görüntülediklerini okuyor gibi olmamız… “Film şeklinde yazılmış bir roman ya da roman şekline bürünmüş film” de diyebiliriz Apartman Boşluğu’na. Ayrıca bir kurgu tekniği olarak, birkaç bölümün senaryo biçiminde oluşturulması da hayli ilginç. Romanda birçok bakış açısından oluşan paralel kurgular da sinema sanatını anımsatmaya devam ediyorlar. En çok Arif’in bakış açısından (ben-öyküsel; ‘1. tekil kişi anlatımı’) algılıyoruz romanın dünyasını. Bir de Arif’in açısından bakan ama 3. tekil kişi anlatımıyla yazılmış bölümler var. Olaylar her iki anlatım biçimiyle, birbirine paralel ya da ileriye-geriye atlamalarla yansıtıldığından, bunlar, kişilik bölünmesi ve yabancılaşma yaşayan Arif’in iki ayrı dilidir de denebilir. Ayrıca Arif’in anlattığı aynı olay ya da mekânlara farklı açıdan bakan arkadaşları Ender’in, Ceren’in… ben- öyküsel(1.tekil kişi) anlatımları da ‘görecelilik’ kavramına vurgu yapıyor.
Apartman Boşluğu’nu bence en özgün kılan yön, roman dilindeki başarısı. Bu dil, incecik bir korku- gerilim atmosferinin dokusunu oluşturuyor: “Duruşu kambur, bakışları şaşı balıkçının kılçıklı sesi, karanlık şehrin ıssız köşesinde pırıl pırıl parlayan ölü balık pullarının üzerinde duyuluyor: ‘Abi, balıklarım taze, hangisinden vereyim?’ Sonra mavi renkli plastik maşrapadan bir seferde atılan deniz suyu, bir önceki hayatı hatırlatan sert bir tokat gibi çarpıyor tepsideki balık istifine… Koparıldıkları gezegeni özetleyen bu ıslak ve tuzlu tokatla kendine gelen birkaç balığın ömrü birkaç dakika daha uzuyor. Gittikçe yoğunlaşan balık kokularının arasından gelen kılçıklı ses yeniden duyuluyor: ‘Abi, balıklarım taze, hangisinden vereyim?’”(s. 14) Görüldüğü gibi, şiirsel dilin taşıdığı ürpertici imgelerle ölüm korkusu ve ölüm gerçeği derinden hissettiriliyor. ‘Taze’ olanların ‘ölü balıklar’ olmasından doğan çelişki ise traji-komik bir durumu yansıtıyor.
Apartman Boşluğu, yaşamın boşluksuz, eksiksiz olmadığını; hepimizin yaşamında bir kara deliğin bulunduğunu, bunun ölüme, sonsuzluğa, ortak bilinçaltına, yaratım kaynaklarına açılan inanılmaz bir doluluk taşıdığını dile getiren; ayrıca yaratma sancıları içindeki sanatçının aykırı dünyasını da sergileyen bir yapıt. İnsan psikolojisi, başarılı bir dille harmanlanıyor bu romanda… Apartman Boşluğu, yüreği müzik, resim, tiyatro, sinema sanatlarının büyüsüne açık olanlara sesleniyor; korku- gerilim öğeleriyle kendisini soluk soluğa okutuyor.
“Bu kitabın ne zaman bittiğini bilemeyeceksiniz!”
Ahmet Ergenç / Milliyet Sanat / Nisan 2008
Kendini dinlersen iyileşemezsin
Her şey bir anda, küçük bir darbeyle alt üst olabilir. Gerçeğin zemini çok kaygan. Etrafımıza ördüğümüz gündelik koza ve duruşumuzu sabitlemek için kullandığımız kimlik stratejileri bizi bu kaygan zeminden koruyabilir. Koruyor da aslında. Ama bir an için o kozada delikler açıldığını, kimlik stratejilerinin kendi içinde tıkanıp kısa devre yaptığını düşünün. Merkeze koyduğunuz her şeyin birden silindiğini. Kendinizi var oluşsal bir sallantıda bir sağa bir sola savrulurken bulduğunuzu. Daha önceden bütünlüklü olan her şeyin içinde delikler açıldığını. Mana delik deşik. Dünya delik deşik. Zaman delik deşik. Gün ışığı delik deşik. Caddeler delik deşik. Işık delik deşik. Karanlık delik deşik. Kısacası, algılayan delik deşik algılanan deşik.
Olağan anlamın ortadan kalktığı, insanın hayatının orta yerinde büyük bir deliğin açıldığı bu kırılma anlarından sonra artık her şey bir korku nesnesine dönüşebiliyor. Koruyucu “büyük” anlam, ana damar sahneyi terk ettiğinde, sahne artık ara damarlara ve bu damarlardan çıkan tahripkâr algı canavarına kalıyor. Gündelik hayatın olağan görüntüleri tehditkâr bir dönüşüme uğruyor. Daha doğrusu, olağan görüntülerin hemen altında hazırda bekleyen “olağandışı” su yüzüne çıkıyor. Her şey bir sınır duruma sürükleniyor.
Anlatı dünyasını bu sınır durumlar ve bunların yol açtığı zincirleme felaketler üzerine kuran Hakan Bıçakcı son romanı Apartman Boşluğu’nda da bir sınır durum portresi çiziyor. Bundan önceki üç romanında – Romantik Korku, Rüya Günlüğü ve Boş Zaman– gerçekle bağlarını yitiren ve olağandan olağandışına kayan karakterlerin korku yüklü hikâyelerini anlatmıştı. Bu “olağandışı” alanı yaratan şey hayaletler, canavarlar, vampirler ya da dünyaya saldıran uzaylılar değildi.
Üç romanda da Stanislaw Lem’in “fantastik, öznenin dünyayla kurduğu mantıksal ilişkiyi sarsan bir çatışma, bir yırtılma, bir rahatsızlıkla belirlenir” tanımına çok yakın duran bir “fantastiklik” söz konusuydu. Karakterler korku senaryolarının cirit attığı fantastik alana hayaletler, gulyabaniler ya da canavarlar aracılığıyla değil, kendi mantık zincirlerinde ya da dünyayı saran sentetik mantık dizgesinde açılan deliklerden yuvarlanarak geçiyorlardı. Yani asıl tehdit “doğaüstü” diye kodlanıp, güvenli, mantıklı dünya sınırlarının dışına atılmış varlıklardan değil, bizzat insanın kaygan algı mekanizmasından kaynaklanıyordu.
Bıçakcı Apartman Boşluğu’na da bu korku-fantastik anlayışını yansıtan bir Cicero alıntısıyla başlıyor: “İnsanın en büyük düşmanı doğrudan doğruya kendisidir.” Kendi kendinin düşmanı olan ana karakter Arif, mevcut gerçeğinin hiçbir yönünü içine sindiremeyen ve ani bir hamleyle yörüngesini tamamen değiştiren bir müzisyen. Yıllarca İstiklal’in uyduruk barlarında grubuyla “cover” yaparak kendini tüketmiş biri olmanın ezici boşluğundan sıyrılmak ve kendi bestelerini yapmak için işini bırakıyor, sevgilisini terk ediyor ve stüdyo olarak kullanacağı yeni bir eve taşınıyor. “Eski Ev,” “Başka Ev” ve “Yeni Ev” başlıklı üç bölümden oluşan roman da bu değişimin yapısını taşıyor
Arif’in hayatındaki bu kırılma antropolog Mike Turner’ın “eşikte oluş” diye çevrilebilecek “liminality” kavramına iyi bir örnek. “Eşikte” olan karakterlerin tutunabileceği sağlam bir zemin yoktur, önceki hayatları sona ermiştir ama yerine yenisi inşa edilmemiştir, temel sarsılmıştır, her şey belirsizdir, havada uçuşan parçaları koordine ederek bir varoluş stratejisi oluşturmak imkansızdır, amorf bir varlık belirsiz bir yörüngede dönmektedir. “Çevremi saran her istikamet süratle anlamsızlaştı… her yön eşdeğerdi. Hiçbir yolun sonunda hiçbir şey yoktu. Her yer dünyaydı. Başka hiçbir alt başlık yoktu.”
Bu bulanıklık hali Arif’i dünyaya karşı tamamen savunmasız bir halde bırakıyor. Algılayanın kesinliği ve dengesi sarsıldığında dünya da kesinlik ve dengeden yoksun tedirgin edici bir yere dönüşüyor. Ve Arif de Bıçakcı’nın diğer karakterleri gibi kendi algı canavarının kurbanı oluyor.
Cover’ladığı gruplardan biri olan Joy Division’ın “Passover” adlı şarkısının sözleri bu kırılma ve amaçsızlaşma halini özetliyor aslında: “This is a crisis I knew had to come, destroying the balance I’d kept… It all falls apart at first touch” (“Bu krizin gelip dengemi yok edeceğini biliyordum… Her şey ilk dokunuşta dağılıp gidiyor.”) Bu sözlerin yazarı Ian Curtis her şeyin ilk dokunuşta dağılıp gittiği bir dünyada varlığını sürdürememiş, 24 yaşında intihar etmişti. Arif’in ani bir kararla önceki hayatını yok edişi de aslında bir nevi intihar.
Eski benliğinin ağırlığından kurtulan Arif, yeni benliğini oluşturmak için taşındığı yeni evinde Shining’de Jack Nicholson’ın canlandırdığı yazar Jack Torrance’ın ilham almak için çekildiği ıssız otelde yaratıcılık dürtüsünün aklı zedelemesi sonucu yaşadığı hezeyan ve cinnetin bir benzerini yaşıyor. Gerçekle gerçek dışı birbirine karışıyor, olağan nesneler birer korku nesnesine dönüşüyor, her anı tekinsiz bir atmosfer kaplıyor. Saf yaratıcı kanallara ulaşmak için dış dünyayla bağlantısını kesen Arif kendi zihniyle baş başa kalıyor ve insan zihninin acımasız oyunlarına maruz kalıyor.
Yeni evinin duvarında hayatında açılan ve her şeyi içine çeken kara deliği ifade ettiği söylenebilecek büyük bir delik var. Delik apartman boşluğuna açılıyor. Bu kara delikten yükselen sesler duyuyor, sonra bunlar beklediği o sarsıcı şarkıları oluşturmaya başlıyor. Bu perili evdeki her ses, her tıkırtı aslında Arif’in zihninin bir yansıması. Kendi zihninde dönen sesler dış dünyaya yayılıyor. Kara delik Arif’in zihninin derinliklerinde açılıyor ve içeriden bilinç düzeyinde yakalanamayacak notalar ve kompozisyonlar çıkıyor.
Bu kara delik imgesi başka yerlerde de Arif’in karşısına çıkıyor. Gittiği pastanenin masasında ve yatak çarşafında da kara delikler beliriyor. Reklam yazarı olarak çalıştığı önceki hayatında yüksek plazaların, pazarlama stratejilerinin ve hızlı tüketimin ağına takılan varoluşunda açılan bu delikler -hayatının delik deşik olmasının yanı sıra- aslında Alice Harikalar Diyarı’ndaki tavşan deliğini hatırlatıyor. Alice’in harikalar diyarına giriş kapısı olan bu delik, burada karakteri daha kasvetli bir şekilde de olsa aynı sonuca götürüyor: alternatif bir gerçeklik. Mevcut gerçekte sınırlanan algı kapılarının açıldığı alternatif bir alan. Kurtarılmış bölge. Ama burada söz konusu olan Alice’inki gibi masumane bir keşif süreci değil varoluşsal bir tatminsizliği telafi etme süreci olduğu için her şey karnavalesk bir çok çeşitliliğe değil, yanıp sönen, sürekli değişen parçalardan oluşan rahatsız edici bir asılsızlığa bürünüyor.
Etrafındaki dünyayı aslında Arif’in zihni şekillendiriyor. Bu perspektivist bakış açısı Bıçakcı’nın üslubunu da belirlemiş. Her şeyi gören, bilen, tanrısal anlatıcının sesine ek olarak, aynı olaylar romandaki farklı kişilerin gözünden anlatılıyor. Bakthin’in hakim tek bir dile alternatif olarak sunduğu çok sesli hetero-dil’i romanda karşılığını buluyor. Mutlak bir algılayan ve mutlak bir anlatıcı yok. Herkesin kendi bakışı ve dili var ve bu ikisi gerçekliği belirliyor. Gerçeği, korkuları, halüsinasyonları, kâinatın sınırlarını, hastalıkları. Arif’e yapılan şu uyarı her şeyi özetliyor: “Arif’cim eğer iyileşmek istiyorsan kendini dinleme.” Trajik evet ama böyle, dış dünyayla bağları kopmuş bir akıl ve onun söyledikleri bir algı cehennemine yol açabiliyor. Hakan Bıçakcı bunu hafıza kaybı yaşamış, dünyayı boş bir aklın koşullanmamış bakışıyla gören, dış dünyaya bağlantılı bir filtreleme ve anlamlandırma mekanizmasından yoksun Harun’un tedrici bir çöküşe doğru giden hikâyesini anlattığı Boş Zaman’da çok daha ustalıklı bir şekilde göstermişti.
Bıçakcı’nın dünyasıyla ilk defa tanışacak okurlar için Boş Zaman’ı öneririm. Apartman Boşluğu iyi kurgulanmış bir kitap ama Boş Zaman’a göre çok daha dar bir alanda dönüyor, mikro bir hikâyeyi genelleyip makro alana taşıyacak varoluşsal kanalların eksikliği hissediliyor. Ayrıca bir müzisyenin hikâyesinin anlatıldığı romanda maalesef müziği hissettirecek çok fazla şey yok. Mesela, Arif’in hayatına yeni bir boyut kazandıran, yaratıcılığın son sınırlarının ürünü olan “apartman boşluğu” şarkılarının nasıl şarkılar olduğuna, nasıl bir algı durumu yarattığına, neden bu kadar özel olduklarına dair yeterli açıklama yok kitapta. Son olarak da, tekrarlar çok fazla ve maalesef çok fazla tekrar edilen motifler etkileyiciliğini yitiriyor, hatta zaman zaman karikatürleşiyor. 253’lük sayfalık bu roman belki daha acımasız ve eleyici bir edisyonla 150 sayfaya indirilseydi (Boş Zaman 150 sayfaydı ve daha yoğun bir kitaptı) ya da “fazlalık” olarak görülebilecek kısımların yerine bahsettiğim varoluşsal ve müzikal kanallar dahil edilseydi, çok daha etkileyici bir kitap ortaya çıkabilirdi. Aslında bu aralar okuduğum birçok kitap için aynı şeyi düşünüyorum. Elemek, azaltmak, arıtmak lazım, daha yoğun bir edebiyat için. Bu yazıda “arıtılmış edebiyat” diye bir kavram ortaya atmak için artık çok geç ama bu da bir hatırlatma notu olarak kalsın.
Melisa Doğmamış / Akşam Kitap / Ocak 2008
Apartman Boşluğu’na düşmek
Genç kuşağın dördü roman biri öykü olmak üzere beş kitabı bulunan üretken yazarı Hakan Bıçakcı’yla yeni romanı ‘Apartman Boşluğu’ dolayısıyla roman sanatı ve hayata dair konuştuk…
Hakan Bıçakcı, edebiyatımızın görece zayıf kalan alanlarından birinde, psikolojik ya da fantastik gerilim denen türde ürün veriyor. Türün bizdeki az sayıdaki örneğinde sıkça yapılanın aksine, Bıçakcı, gerilimi ya da fantastik olanı, olağandışı durumlar ve düş ürünü yaratıklarla değil, hayatın rutini içinde hepimizin her an maruz kaldığı ama çok da farkında olmadığımız halleriyle veriyor.
Apartman boşlukları, asansörler şehir hayatının önemli karşılaşma yerleri… Arif oralarda bile kimseyle karşılaşmıyor. Sence şehir hayatı insanın yalnızlaşmasının son noktası mı?
Şehir hayatı insanı sinsice yalnızlaştırıyor. Klişe tabirle, “kalabalıklar içinde yalnız bırakıyor.” Arif’in yalnızlık ve kalabalık konusunda kafası biraz karışık:
Kalabalıkla beslenen baş döndürücü bir kaosun merkezinde yaşamayı seviyor Arif. Kalabalığı sevmiyor yine de. Aynı sokağa her çıktığında etrafta farklı insanlar, yabancı yüzler olmasını tercih ediyor. Kendisini tanımayan, bir yerden gözü ısırmayan, ne iş yaptığını bilmeyen insanların arasında olmak onu ferahlatıyor. Bütün sakinlerinin adını bildiği, gülümseyerek kendisini süzdüğü, yardımına koştuğu; bakkalıyla, kasabıyla, manavıyla ayrı ayrı selamlaştığı bir sokakta olduğunu düşündüğü zaman boğulacak gibi oluyor. Herkesin birbirini avucunun içi gibi bildiği, “sıcacık” bir mahalle ortamı, müthiş bir korku filmi seti onun için. Tanıştığı herkesin kendisi üzerinde bir tür denetim kurduğunu hissediyor çünkü Arif. Samimiyetle birlikte artan bir denetim… Kalabalıksa denetimsizlik onun için. Denetimsizliği seviyor. Kalabalığı sevmiyor yine de. İçinde çok insan olan her yer onu dışlıyor.
Arif, esinin ona bir delikten, telefondan… yani kendinin dışından geldiğine inanıyor. Senin anlatındaysa esine inanmayan, seküler bir tavır var. Sence yaratıcılık nereden beslenir?
Romanımda otobiyografik bir anlayış olmadığı için bu konuda Arif’le ayrılıyoruz. O kendine karşı aşırı güvensizliğin de etkisiyle esin kavramını abartıyor ve bir süre sonra ilham perisinin kölesi haline geliyor. Hiçbir şey üretmeye çalışmayıp her şeyi ondan bekliyor. Hazıra konma arzusu ruhunu ele geçiriyor.
Ben esini dışımızda dolanan esrarengiz bir varlık olarak görmüyorum. Esin denen şey, zihnin doğru ve disiplinli çalışması ve her şey beynimizde.
Her sanatçının yaratıcılığı farklı kaynaklardan beslenebilir. Benimki ağırlıklı olarak sinemadan ve sosyolojiden besleniyor. Sinemadan kurgusal, sosyolojiden tematik anlamda ipuçları alıyorum.
Daha önceki söyleşilerinde romanın bir matematik problemi olduğunu söylüyordun. Sence esinin, ezber bozan şeylerin yaratıcılıkta hiç mi payı yok?
Bu biraz da ilham perisi konusunun faza dramatize edilmesine karşı duyduğum tepkiyi dile getirmek için söylediğim bir şey. Yaratıcılığa ruhani anlamlar yüklenmesini, esin perisinin süslenip püslenmesini saçma ve çocuksu buluyorum. Yaratıcılık gönül değil, akıl işidir çünkü. Matematik problemi benzetmesi bunu vurgulamak içindi. Romanın kurgulanması son derece ayık ve bilinçli bir süreç benim için. İşi aniden çıkıp gelen ilham perilerine bağlamak, yaratım sürecinde harcanan beyin enerjisine büyük haksızlık… Biliyorum kulağa hiç romantik gelmiyor fakat bu tutumu iyi edebiyat için daha sağlıklı buluyorum.
Birçok sanatçının kullandığı bilinen keyif verici maddelerin yaratıcılığa etkisi konusunda ne düşünüyorsun?
Bu da yaratıcılığı aşağılayan ve hafife alan bir tavır bence… Yaratıcı yönü çok gelişmiş olanlar bu yükün altından kalkamayarak bu maddeleri kullanabilirler. Bu anlaşılabilir bir şey. Fakat işte yanlış anlama da bu noktada başlıyor. O insanlar bu maddeleri kullandıkları için yaratıcı değiller, yaratıcı oldukları için bu maddelere başvurabiliyorlar. Yaratıcılığın ilacı yok maalesef, oturup kafayı çalıştırmak gerekiyor. En uçuk ve kopuk eserler büyük bir zihin açıklığı ile üretiliyor. “Bu iş ayık kafayla yapılmaz abi” tarzı klişeleri, işin içyüzünü bilmeyenlerin yüzeysel fikirleri olarak görüyorum. Tabii her konuda olduğu gibi bu konudaki birtakım istisnaları kabul etmek zorunda olduğumu da biliyorum.
Genç yaşta biri hikaye dördü roman beş kitabın var. Üretken bir yazar olduğunu söyleyebiliriz yani. Seni yazmaya iten nedenler nelerdir?
Yazmaya başladığımda altı yılda beş kitabım olsun falan gibi hedeflerim yoktu. Beni yazmaya iten nedenlerin başında belirli dönemlerde aklıma üşüşen ve beni yavaş yavaş içine çeken konular geliyor sanırım. “Rüya transferi”, “hafıza kaybı”, “ilham perili ev” gibi… Takıntılı bir biçimde zihnimde evirip çevirmeye başladığım bu temaları bir süre sonra romana dönüştürme gibi bir refleks var tabii aynı zamanda. Kafamdaki konu iyice gelişip başı, sonu, ortası belli bir hale gelince yazmaya başlarım. Fakat her seferinde işler planladığım gibi gitmez. Yazmaya başlayıp yarım bıraktığım bir sürü roman denemem de oldu.
Okurken ve yazarken seçimin çok iyi yapılması gerektiğine inanıyorum. Çünkü bir insanın ömrüne sığamayacak kadar çoklar. Sen bu sonsuz kombinasyonlar içinde nasıl bir denge gözetiyorsun?
Çok doğru. Eskiden bir konuya ilgi duyunca o konuda yazılmış her şeyi okumaya kalkıyordum. Bu son derece naif bir arzu… Artık bunun olanaksız olduğunu biliyorum. Okuduklarımı çok sıkı bir filtreden geçirmiyorum, ancak yazarken ciddi bir ön elemeye tabi tutuyorum aklımdan geçenleri. Yazmayı düşündüklerimin çok küçük bir kısmını kâğıda döküyorum. Gereksiz bir şeyler okumam hiç önemli değil ama fazladan yazdığım gereksiz satırlar varsa bu büyük bir sorun benim için.
Okuduğum bir kitabı beğenmediğim zaman hiç tereddüt etmeden yarıda bırakırım. Aynı şey yazdıklarım için de geçerli…
Bir de eskiden iyi bir şeyler yazmak için sadece iyi eserler, yalnızca yüksek edebiyat okumak gerektiğini düşünürdüm. Şimdi bunun yanında en beklenmedik yazıların da edebiyata kaynaklık edebileceğini biliyorum. Bir böcek ilaçlama ilanının metni bile edebiyat için güçlü bir malzeme olabilir.
Günümüzde üzerinde ihtilafa düşülen çok sayıda psikoloji teorisi var. Çağdaş olanların yanı sıra görece eski yaklaşımların da yeniden gündeme geldiği bir dönemdeyiz. Psikolojik gerilim türünde ürün veren bir yazar olarak kendini yakın bulduğun bir disiplin var mı, bunlar hakkında ne düşünüyorsun?
Psikolojiden çok sosyoloji disiplinine yakın duruyorum. Yazdıklarımın arka planında Frankfurt Okulu düşünürlerinin eleştirel teorileri; tüketim toplumu ve popüler kültür eleştirilerinin tezleri var. Tabii doğrudan kullanarak göze sokmamak kaydıyla…
Psikolojideyse Lacan’ın ve Freud’un birtakım klasik görüşlerinden yararlandığım oldu. İkinci romanım olan Rüya Günlüğü’ndeyse Freud’a ve Jung’a bolca gönderme var.
Her yazar, olumlu ya da olumsuz, çağı hakkında bir görüş sahibidir. Genç bir yazar olarak bir bakıma kariyerini belirleyecek olan çağına dair görüşün nedir?
Bu konudaki görüşlerim pek iç açıcı değil maalesef. Kariyerimi belirleyecek olan çağın, aynı zamanda kariyerimin sonunu getireceğine dair karanlık bir paranoyaya sahibim. Metinle ilişkinin gün geçtikçe zayıfladığı, yazının ve düşüncenin yerini teknoloji fetişinin aldığı bir çağda yaşıyoruz. Tarihsel bağlamdan kopuk, her türlü büyük anlatının ve ideolojinin sonunun geldiği tuhaf bir zaman dilimindeyiz. İmaj çağının yeni nesli sadece anında tepki verebileceği veya yanıt alabileceği interaktif metinlere ve anlık görüntülere ilgi duyuyor sanki. Çağımızda yazının etkisinin ve edebiyatın gücünün azaldığını, ilerde de azalmaya devam edeceğini düşünüyorum. Umarım yanılıyorumdur.
Romanlarında alttan alta bile olsa kurtuluş önerisinde bulunmuyorsun. İdeolojilerin bittiğine mi inanıyorsun?
Evet, böyle de denebilir. İçinde yaşadığımız dünyanın ve çağın çıkışsızlığı, tek düzeliği, alternatifsizliği romanlarımdaki atmosfere ve karakterlerimin ruh haline de yansıyor. Hal böyle olunca, kurtuluş önerisinde bulunamıyorum maalesef. Kurtuluş önerileri okumak isteyenler için yüzlerce kişisel gelişim kitabı ve hayata pozitif bakma kılavuzu mevcut. Ben daha karanlık, şizofrenik ve klostrofobik bir tarafta durmayı tercih ediyorum.
Son on yıl, insanı anlatmanın yollarından biri olarak sözgelimi şiirin değil de romanın patlama yaptığı bir dönem oldu. Bunun ne anlamı var sence?
İki binli yıllarda romanda gerçekten bir tür patlama yaşandı. Ancak bu niceliksel gelişmenin aynı zamanda niteliksel bir ilerleme sayılıp sayılmayacağını zaman gösterecek. Patlama yaptığı söylenen bir türde ürün vermek hoş bir duygu fakat bu düşüncenin keyfimi kaçırdığı da oluyor. Sanki yükselen değerlere pirim vermek, modaya uymak için roman yazıyormuşum gibi bir utanca kapılıyorum.
Şiir kitaplarının satış rakamları romanlar kadar yüksek olmasa da şiire duyulan ilgi başka türlü Türkiye’de… Şiirin gördüğü ilginin yanında romanın lafı bile edilemez bence. İspat isteyen, edebiyat içerikli internet sitelerinde yazılanlara ve şiir kliplerine bakabilir.
Roman sanatı aynı zamanda bir iletişim biçimi… Şimdilerde çok söylendiği gibi o kadar yalnızlaşmışsak yazmanın anlamı ne sence?
Zor bir soru… Yazar olmam, yazmayı tamamen anlamlı bulduğum anlamına gelmiyor. Hayattaki hemen her konuyu olduğu gibi, yazmayı da anlamsız bulduğum anlar oluyor. Bir yandan da etrafımdaki anlamsızlıklarla savaşmak için yazıyorum. Paradoksal bir durum… Yazmak hem hayatın anlamı, hem de hayat kadar anlamsız. Eyvah, çok mu büyük laf oldu?
Sedat İmza / Vatan Kitap / Ocak 2008
Roman zor bir matematik problemi gibidir
“Apartman Boşluğu” yeni nesil yazarların en çalışkanlarından Hakan Bıçakcı’nın dördüncü romanı
Kitaplarınız “Psikolojik Gerilim” ya da “Fantastik Gerilim” başlıkları altında anılıyor. Bu türlere yönelmeniz nasıl oldu, kurgu yaparken türden mi yola çıkıyorsunuz?
Türünün ne olacağı, romanla ilgili en az kafa yorduğum ayrıntı diyebilirim. Önce konuyu ve atmosferi netleştiriyorum. Sonra bu birleşimi taşıyacak en etkili kurguyu arıyorum. Daha sonra da konuyu destekleyecek, atmosferi zenginleştirecek ayrıntılar düşünüyorum. Yani önce ne anlatacağıma sonra nasıl anlatacağıma karar veriyorum. Ortaya çıkansa, nasıl olsa bir türe dâhil oluyor.
Romanlarınızdaki fantastik unsurlar gayet dünyevi. Sizin romanlarınızda yaratıklar ya da mitik figürler yok. Sıradanın içindeki gerilimi anlatmayı seçmenizin yazarlığınız için anlamı ne?
Dehşet figürünü, korku öğesini, tehdidi gündelik hayatın içinden çıkarmak fikrini çok önemsiyorum. Okuyanın, “Bu benim başıma gelmez ki” diyemeyeceği kadar olağan mizansenlerin içindeki gerilimin peşindeyim yazarken. Saçmanın hep bir gerçekleşme, tuhaflıkların her zaman başa gelme potansiyeli barındırmasına dikkat ediyorum.
Roman kahramanı yaratıklarla boğuşuyorsa örneğin, okurla arasına ister istemez bir mesafe girer. Bilinçdışı, böyle bir şeyin olamayacağını bilir çünkü. Emniyet freni çekik durumdadır yani. Yazarken bilinçdışının “Nasılsa olmaz” dediği değil, tam aksine, hep gizli gizli beklediği korkuların üstüne gitmeyi tercih ediyorum. Olağanüstüyle olağan arasına sıkışmış fantastik alanda seyir eden, garip rastlantılarla, sinir bozucu tesadüflerle beslenen ürkütücü durumlar beni çekiyor.
Yeni romanınız “Apartman Boşluğu”nda yaratıcılık olgusu merkez sorunsal. Karmaşık bir süreç olduğundan, yaratıcılığın dağınıklıktan tesadüfen doğduğunu ve sistemli çalışmayla desteklenmeyen yaratıcılığın güdükleşeceğini söyleyen iki görüş var. Başkarakteriniz dağınık bir tip; peki sizin yaratıcılık süreciniz nasıl bir seyir izliyor?
Çok daha sıkıcı ve düzenli bir süreç benimki… Kendi içinde son derece tutarlı olan ama referansı asla gerçek dünya olmayan bir atmosfer yaratmaya ve olan biteni deneysel bir kurguyla kâğıda dökmeye çalıştığım için ağır bir matematik problemine dönüşebiliyor benim için roman. Konunun kendisi yeteri kadar dağınık ve kopuk olduğu için, inadına sistemli ve dikkatli çalışmak zorunda kalıyorum. Bu nedenle de pek eğlenceli veya çılgın bir yazma süreci yaşayamıyorum.
Bir de “esin” meselesi var. Roman karakteriniz bu olgunun değişik yönlerini yaşıyor. “Esin perisi” 21. yüzyılda sizce nasıl bir çehreye kavuştu?
Evet, “esin” romanın omurgasını oluşturan bir mesele. Fakat esin denen olguyu bir yandan ciddiye alırken bir yandan da küçümseyen, alaycı bir yaklaşım var Apartman Boşluğu’nda. Beste yapmak için eve kapanan bir müzisyen ortaya elle tutulur bir şey çıkaramayınca geri adım atıp esinin bir yerlerden çıkıp ona gelmesini bekliyor ve bu da bir anlamda çöküşü başlatıyor.
Romantik dönemin “büyük” sanatçılarının ilham perileri pek kıymetliydi. Duyguları yücelten sanatçılar için ilham perileri hâlâ büyük önem taşıyor olabilir. Beni harekete geçirense duygudan çok mantık ve fikir. İlham perisi muhabbeti komik ve çocuksu bulduğum bir şey. Kafan çalışıyorsa ve yeteneğin varsa oturup üretirsin. Periler meriler işin magazinsel süslemeleri. İlham perilerine “kışt” diyerek işine bakan, soğuk ve mesafeli öyküler anlatan sanatçıların yapıtlarını her zaman daha heyecan verici buluyorum.
Romanınızda biri görünen diğeri görünmeyen iki yaratma süreci var. Arif’in şarkı yaparkenki yaratıcılığı ve sizin romanı yazarkenki yaratıcılığınız. İkisinin farklı seyirler izlediğini düşünüyorum. Kahramanınızla örtüştüğünüz noktalar neler?
Çok doğru. Zaten beni Apartman Boşluğu’nu yazmaya iten temel fikirlerden biri buydu. Roman kahramanı beste yapabilmek yaratıcılığını zorlarken, ben de onun hikâyesini yazmak için başka bir yaratıcılığa ihtiyaç duyacaktım. İki ayrı disiplin, iki ayrı yaratma süreci… Yaratmaya çalışan bir karakteri yaratan bir başka kişi olacaktım yazarken. Benim kaygılarım, beklentilerim ve heyecanım onunkine karışacaktı. Onun tıkanması benim için yeni bir fikir olacaktı. Böyle bir deneysel tadı var romanın. Okura elindekinin kurmaca bir yapıt olduğunu unutturmaya ve gerçek olaylar içindeymiş duygusunu uyandırmaya ara verip romanın uydurma olduğu olgusunun altını çizmeme de olanak tanıdı bu paralel yaratma süreci mantığı. Gerçeklikle kurmaca arasındaki bağları sorgulama ve romanı bir “oyun” olarak görme denemeleri için yeni kapılar açtı önümde.
Başkarakterinizin bir bakıma apartman dairesinde kendine bir fildişi kule yapıyor. Yaratıcılık sürecinin sizce kalabalıkla ilişkisi nedir?
Yazmak son derece kişisel bir deneyim… Kendimi başkarakter gibi fiziksel olarak soyutlamasam da sembolik anlamda ben de benzer bir tutum sergiliyorum. Kalabalık bir meydanda bile olsam, romanla ilgili ayrıntıları düşünürken etrafımdaki kalabalığın buharlaştığını hissediyorum.
Diğer romanlarınızda da olduğu gibi bu romanınızda da alttan alta bir postmodern dönem eleştirisi var. Eleştirinde dayanaklarınız neler, siz içinde bulunduğumuz dönemi nasıl niteliyorsunuz?
Romanın içeriğinin gündelik hayata, popüler kültüre, tüketim toplumuna göndermeleri olan, sosyolojik çağrışımlara açık ve eleştirel olmasını planlıyorum. Ancak göze sokmadan, adını koymadan, mesaj kaygısız bir üslupla yapmayı deniyorum bunu.
İçinde bululduğumuz dönemi bir tür boşluk ve yabancılaşma çağı olarak görüyorum. Büyük söylemlerin çöktüğü, ideolojilerin anlamsızlaştığı, peşinden gidilecek hiçbir akımın hatta hiçbir şeyin kalmadığı, tarih duygusunun yok olduğu; sanatla günlük hayatın, hakiki ile sahtenin, yerelle küreselin, politikle apolitiğin birbirine karıştığı bir çağ… Medyanın ürettiği göstergelerin gerçeğin yerini aldığı, insanların hayatın nesnesi, tüketmeninse var olmanın tek koşulu haline geldiği; bulanıklık, belirsizlik ve alternatifsizlik üzerine kurulu bir dönem…
Notos Öykü / Nisan, 2008
Hakan Bıçakcı, yazar hayali olmaksızın
Hakan Bıçakcı bir romancı. Dört romanı yanında bir öykü kitabı var. Roman, önceden verilmiş bir kararın sonucu muydu?
Temelleri çok önceden atılmış bir kararın sonucu değil roman. Yazar olma hayalim hiç olmadı. Ancak kurgusal düşünme alışkanlığım hep vardı. Zihnimde tasarladığım uydurma atmosferler, kafamın içinde dönüp duran olay örgüleri, tuhaf diyaloglar… Tüm bunları ifade edebilmenin bir yolu olarak romanı denedim; denemeye devam ediyorum.
Sanırız edebiyat çevrelerinde öne çıkmayan bir tutumunuz var. Bu da bir seçim mi?
Bu soruya soylu bir “evet” ile cevap vermek isterdim ama hayır, bu özel bir seçim değil. Sanırım yazmak için seçtiğim türden, konulardan ve onları işleme biçimimden kaynaklanan bir durum… Klostrofobik mekânlarda geçen, içinde “büyük büyük” olaylar olmayan psikolojik gerilim romanları yazıyorum. Kahramanların dışa dönük büyük patlamalarından çok, anti-kahramanların içe dönük sessiz çöküşlerini anlatmaya çalışıyorum. Tüm bunların doğal bir sonucu olarak da öne çıkmayan bir tutumum olmuş oluyor.
Bundan sonra ne yazmayı tasarlıyor, neler okuyorsunuz?
Roman yazmaya devam etmeyi tasarlıyorum. Tabii yazmaya değecek bir konu bulabilir ve onu romanlaştırmaya değecek yenilikçi bir kurgu geliştirebilirsem. İyi bir konum, sağlam bir tezim, deneysel bir yaklaşımım ve sıradışı bir uygulama fikrim olmazsa kendimi yazmak zorunda hissetmem. Tanpınar’ın ve Kafka’nın kitaplarını dönüp dönüp yeniden okuyorum. Edebiyat dışında, en az edebiyat kadar, sosyoloji ve inceleme kitapları okuyorum. Postmodern toplumsal kuram yazarlarının akademik veya mantıklı olmak yerine şoke edici olan metinlerini ilgiyle takip ediyorum.
Damla Gökdel / Marie Claire / Nisan, 2008
Sanatçının doğum sancıları
Psikolojik gerilim türündeki kitaplarıyla dikkat çeken genç yazar Hakan Bıçakcı, son romanı Apartman Boşluğu’nda okuru bir rock müzisyeninin beste yapma sürecindeki karmaşık içsel yolculuğuna ortak ediyor.
Yeni romanınız Apartman Boşluğu’nun kahramanı, barlarda grubuyla cover müzik yapan, sürekli kendi bestelerini yapmanın hayalini kuran ama bunu bir türlü başaramayan bir rock müzisyeni. Sizce müzikte yaratıcı olmak, diğer sanat dallarına göre daha mı zor?
Apartman Boşluğu’nun kahramanı Arif yabancı grupların vokalistlerinden ayırt edilemeyecek güzellikteki sesiyle kendisini dinleyenleri büyülüyor. Ancak o hiçbir şey üretmeden, papağan gibi “elâlemin şarkıları”nı söyleyip durduğu için son derece mutsuz. Bu konu onun için varoluşsal bir sorun haline geliyor. Kendi şarkılarını söylemek, kendi bestelerinden oluşan bir albüm çıkartmak, yani gerçekten müzik yapmak için her şeyini feda etmeye hazır Arif. Bu ruh hali, Arif’e özel bir durum değil tabii ki. Özgün bir eser ortaya koyabilmek, her sanatçının amacı veya kâbusu. Bence bu gerçek, her sanat dalı için geçerli. Yaratıcı olmanın her disipline göre ayrı zorlukları var.
Müzisyen kahramanınız Arif’in sıkıntılarla, kaygılarla, paranoyalarla dolu beste yapma sürecini anlatırken, ironik bir biçimde, sizde bir yaratım süreci içindeydiniz; Arif’in hikâyesini yazıyordunuz. Yazarken aynı tür zorlukları siz de yaşıyor musunuz?
Arif’le bir tür işbirliğimiz, bir çeşit kader ortaklığımız var. O, müzisyen olarak üretmeye çalışırken ben de yazar olarak onu üretmeye çalışıyordum. Ve tabii ki benzer süreçlerden geçtik. Benzer endişeleri ve heyecanları paylaştık. Ve yaratım süreçlerimiz romanın bitmesiyle birlikte, aynı anda sona erdi. Pratik anlamda birebir Arif’le aynı zorlukları yaşamasam da, teorik olarak onunla aynı zorlu yollardan geçtim diyebilirim. İki yaratıcı arasındaki bu paralellik hissi, beni Apartman Boşluğu’nu yazmaya iten başlıca nedenlerden.
Arif, beste yaparken eve kapanıyor, ailesinden ve arkadaşlarından uzaklaşıyor, sevgilisinden ayrılıyor. Sanatsal yaratımla yalnızlık arasındaki ilişki konusunda ne düşünüyorsunuz?
Sanatsal yaratımla yalnızlık arasında bir doğru orantı olduğunu düşünmüyorum. Şahsen bunu klişe bir yaklaşım olarak görüyorum. Ancak roman kahramanı böyle bir yöntem izliyor. Arif kendini her şeyden soyutluyor ve sadece bestelerle ilgileniyor. Ve notalar, Arif’in yerini almaya başlıyor. Eve kapanması onun kendine ve ürettiklerine yabancılaşmasını, ötekileşme sürecini hızlandırıyor. Bu bir sanatçının ruh hali için sağlıksız bir durum fakat ürettikleri için sağlıklı olabilir. Ayrıca istisnalar her yiğidin bir yoğurt yiyişi olduğu kaidesini bozmaz.
Günümüzde gençlere yaratıcılıklarını ortaya koyma konusunda daha fazla fırsat veriliyor; özellikle de müzik alanında. Birçok yeni grup kendi şarkılarıyla albüm yapıyor; punk, britpop, psychedelic gibi Türkiye’de az bilinen müzik türleri giderek popülerleşiyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bunun güzel bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Doksanlar öncesi Türkiye’sinde özellikle pop müzik neredeyse batıdaki eserlerin adaptasyonu demekmiş. Var olan yabancı bestelere uyduruk uyduruk sözler yazılıp utanmadan sıkılmadan çalınıp söylenmiş. Bir sanatçı için son derece onur kırıcı bir durum bu bence. Artık müzisyenlerimiz çok daha orijinal çalışmaların peşinde. Şarkıları kötü bile olsa, en azından kendi besteleri. Bu bir ilerlemedir.
İlham perisine inanır mısınız? Sizin ilham periniz ya da perileriniz var mı?
İlham perisine inanmam. Düşünmeye ve çalışmaya inanırım. Yüreğimin değil, aklımın götürdüğü yere giderim. İlham perisi çok naif ve önemli değerlerin içini boşaltan bir figür bana kalırsa. En çılgın ve sıradışı işlerin arkasında ilham perisi değil, disiplinli çalışma süreci yatıyor bence.
Tıpkı daha önceki romanlarınız gibi Apartman Boşluğu da çok sinematografik bir hikâye. Romanınızın sinemaya uyarlanması fikrine nasıl bakıyorsunuz? Böyle bir filmi kimin çekmesini isterdiniz?
Romanlarımın sinematografik olduğuna katılıyorum. Yazdıklarımın sinematografik olması için özel bir çabam yok aslında. Bu, yazarken fazlasıyla görsel düşünmemden ve sinemaya olan özel ilgimden kaynaklanıyor sanırım. Romanlarımın sinemaya uyarlanması fikrine sıcak bakarım tabii ki. Böyle bir filmi David Lynch’in çekmesini isterdim. Nasıl olsa hayal kuruyoruz.
Erdem Öztop / Cumhuriyet Kitap / 7 Şubat 2008
Hakan Bıçakcı’yla “Apartman Boşluğu” üzerine…
Türk edebiyatının genç yazarlarından Hakan Bıçakcı. Bugüne kadar bizlerle beş kitabını buluşturdu. Bunlardan dördü roman, biri öykü. Oğlak Yayınları’ndan çıkan yeni romanı ‘Apartman Boşluğu’nda da diğer romanlarında olduğu gibi psikolojik gerilim türünde bir hikâyeye ortak ediyor bizi. Hakan Bıçakcı’nın yazarlık serüveninin başlangıcından yola çıktık, sonra yeni romanına getirdik sözü.
Sevgili Hakan, biraz geçmişi konuşalım istiyorum. İktisat okudun ve roman/öykü yazıyorsun. Nasıl bir ilişki vardır iktisat ve edebiyat arasında?
İktisat okumam yarı şuurlu bir süreçti. Hayatta ne yapmak istediğimi bilmediğim bir zamana ait olan ve havada öylece uçuşan “tercihlerim” arasından puanımın yettiği bir bölüme girdim ve isteneni vererek mezun oldum.
İktisat okumuş olmamı, bir diğer sosyal bilim olan ve yazdıklarımın omurgasını oluşturan sosyolojiye ilgi duymama vesile olduğu ve seçmeli derslerimi sosyoloji bölümünden almama olanak tanıdığı için önemsiyorum sadece.
Roman/öykü yazmam ise ne yapmak istediğimi çok daha iyi bildiğim, neredeyse tamamen bilinçli bir süreç. Yani okulda okuduğumla yazdıklarım arasında ne ciddi bir birliktelik ne de dramatik bir terk ediş söz konusu. Birbirine pek temas etmeyen iki ayrı konu bunlar benim için. Genel olarak da yazmanın son derece kişisel bir eylem olduğunu düşünüyorum. Okulda alınan eğitimle, seminerlerle, kurslarla falan öğrenilecek bir şey değil bence yazmak.
Altı yıla sığan beş kitap. Dördü roman, biri öykü… Kendine nasıl bir bilanço çıkarıyorsun? Kendini Türk edebiyatının neresinde görüyorsun?
Yazmaya başladığımda böyle bir hedefim yoktu. İlk romanım yayımlandığında bile yazmaya devam edip etmeyeceğimden emin değildim.
Geçtiğimiz beş yıl içinde hemen her sene, benim için takıntı haline gelen ve beni içine çeken bir konu çıktı karşıma. Bu konuları ilginç kılacak fikirleri, akıcı hale getirecek kurgu tekniklerini ve kâğıda dökecek enerjiyi de bulunca, sonuç böyle oldu. Asla “altı yılda beş kitap” gibi şirket politikası kılıklı niceliksel amaçlarım olmadı.
Kendimi Türk Edebiyatı’nın merkezinde değil, marjinal bir köşesinde, belli belirsiz bir halde, yarı karanlıkta görüyorum. Karamsar ve kasvetli temaları deneysel bir kurguyla buluşturmayı tercih ettiğim için yazdıklarımın kitlelerin ilgisini çekmeyeceğini peşinen biliyorum. Türk Edebiyatı’na yön veren bir damar değilim yani. Daha ziyade deneysel bir kılcal damarım sanki. Tabii bunlar benim görüşlerim. Bu konuda önemli olansa edebiyat eleştirmenlerinin ve tarihçilerinin görüşleri… Eleştirmenlere göre, “Fantastik Türk Edebiyatı”nın “genç yazar”ları arasındayım.
Hangi nedenler seni roman ve öykü yazmaya itti?
Yazmaya başlama anı biraz bulanık. “Eveeet, şimdi yazmaya başlıyorum” dediğim belirgin bir an hatırlamıyorum geriye dönüp baktığımda. Kendimi bildim bileli kafamda öykü benzeri kurmaca düşünceler dolanır durur.
Yazmaya başlamaksa okuduğum kitaplar ve izlediğim filmlerin etkisiyle oldu sanırım. Edebiyatta Kafka’nın ve Tanpınar’ın, sosyolojide Frankfurt Okulu düşünürlerinin, Baudrilard ve Bauman’ın, sinemada David Lynch’in beni yazmaya itmek konusundaki rolü büyük. Onların yarattığı tuhaf atmosfer, alternatif düşünce ve anlatım biçimleri beni de kafamda dönenleri kendime has bir üslupla anlatma arayışına itti sanırım.
Romanı tercih etmemin nedeniyse, bu yazın türünün ayrıntılı ve sembolik anlatıma açık bir yapısı olması… Derin ve karmaşık bir konuyu masaya yatırıp ameliyat etmeye benziyor roman yazmak.
Okurla ilişkini merak ediyorum, nasıldır? Örneğin tavırları bir sonraki roman için etkili olur mu?
Okurla ilişkim yok denecek kadar az. Yakın çevremin yorumları ve tek tük e-posta dışında pek tepki almıyorum.
Ancak yazarken tepkilerden ve donelerden tamamen bağımsız olduğumu söyleyebilirim. Tepkiler büyüse de yazdıklarıma yön vereceğini sanmıyorum. Yine kafamdakilere ve kendi iç dünyama dayanarak yazmaya devam ederdim diye düşünüyorum. Okur yorumları benim için önemli tabii ama kitap bittikten sonra. Yazılırken değil… Yazarken sadece kendi ölçütlerimi ve estetik kaygılarımı göz önünde bulundurarak kalem oynattığımı söyleyebilirim. En azından şimdilik…
Türk edebiyatında pek üzerine gidilmeyen türde yazıyorsun; psikolojik gerilim! Böyle bir seçimin hikâyesi vardır elbette, anlatır mısın?
Aslında yazdıklarımın türü psikolojik gerilim olsun diye bir ön koşullanmam yok. Yine de belli bir türde ürünler vermeye devam ettikçe bilinç de o doğrultuda çalışmaya başlıyor sanırım. Bir de bakıyorsun, o türün adamı olmuşsun.
Psikolojik gerilim, sinema izleyicisi olarak çok sevdiğim ve etkilendiğim tarz. Gündelik hayata göndermeleri ve eleştirel anlamda sosyolojik açılımları olan bir konuyu bu tüyler ürpertici, nefes kesici, yürek hoplatıcı türle aktarmayı ilginç ve etkileyici buluyorum. Ancak gerilim duygusu benim için amaç değil, bahsettiğim tarzda açılımlara olanak veren etkili bir araç. Kitaplarıma konu olan olaylar gerilim kalıpları içinde anlatılmaya son derece uygundu şimdiye kadar. İlerde bambaşka bir konuyu işlemeyi denersem ve gerilim bu konuya uygun bir arka plan değilse, başka bir tür deneyebilirim. Sonuçta önemli olan romanın gerilim türünde olması değil, iyi olması…
Bugüne kadarki yazdıklarında ‘öteki’ olmanın, bu edime ulaşmadaki sancılarını deşiyorsun biraz da…
Kesinlikle. Yabancılaşma ve öteki duygusu, yazdıklarımın hemen her zaman ana ekseninde. Postmodernizm eleştirisi olarak kabaca genelleyebileceğimiz sosyoloji metinlerdeki birtakım tezleri yazdıklarımın arka planından eksik etmemeye dikkat ediyorum. Çağımızın toplumsal durumlarına ve gündelik ayrıntılara gönderme yapmadığı noktada gerilim teması anlamsızlaşıyor benim için.
Öteki olmanın sancılarına tüm romanlarımda rastlanabilir: Romantik Korku’da eylemlerini denetleyemeyecek kadar kendine yabancılaşan isimsiz kahraman, Rüya Günlüğü’nde tanımadığı bir adamın rüyalarını gören Haluk, Boş Zaman’da yaşadığı hafıza kaybı nedeniyle kendisi hakkında hiçbir şey bilmeyen ve ailesini tanımayan Harun ve şimdi Apartman Boşluğu’nda bestelerin sahibinin kendisi mi yoksa içinde bulunduğu tuhaf ev mi olduğunu bilemeyen Arif… Hepsi de öznenin karşıtı olan ötekiyle yıkıcı bir mücadele içinde…
Durağanın gidişatından da pek memnun olmadığı görülür kahramanların? Hayatın dayattığı yaşantılara duyulan bir isyan da denebilir mi buna?
Aslında kitaplarımdaki kahramanlar daha çok duruma boyun eğen, teslimiyetçi tipler. İsyan etmesi beklenirken okuru hayal kırıklığına uğratacak pasif yapılara sahipler. Belki de onlara anti-kahraman demek daha doğru olur. Kendini akışa bırakma ve öngörülen çöküşten kaçamama onların ortak özelliği sayılır. Evet isyan denemelerinde bulunuyorlar, fakat sonuç genellikle hüsran oluyor. Hollywood tarzı soylu bir isyandan çok, neden-sonuç ilişkisini zedeleyen bir pasif agresyon çıkıyor karşımıza. Romanlarımdaki klostrofobi ve çıkışsızlık hissi yaratan yarı boğucu atmosfer biraz da buradan geliyor.
Oğlak Yayınları’ndan çıkan yeni romanın Apartman Boşluğu’nda da örneğin Arif’in hikâyesi biraz önceki konuştuklarımızın farklı varyasyonlarıdır. Nasıl bir yazılma hikâyesi var bu yeni romanının?
Apartman Boşluğu beste yapmak için eve kapanan genç bir müzisyenin hikâyesi. Modern bir perili ev diyebileceğimiz, her tarafından yarı melodik sesler ve ritmik çatırtılar yükselen tuhaf apartman dairesinde, evle sıra dışı bir ilişkiye girerek üretmeye başlıyor Arif bestelerini.
Romanın yazılma hikâyesinde belirleyici olan fikirse, yazarken benim de benzer bir yaratım sürecine girecek oluşumdu. Yani yaratmaya çalışan bir karakteri yaratırken, onun kaygılarını, heyecanını, bunalımını paylaşacaktım. Roman yazarıyla kahramanı arasında kurulan bir paralelliği ve deneysel bir yapısı var romanın. İç içe geçmiş iki yaratım süreci… Biri kurmaca, diğeri gerçek…
Anlatım tekniği açısından da bir yenilik denedim Apartman Boşluğu’nda: Bazı bölümlerde olayı Arif’in gözünden, bazı bölümlerde anlatıcının gözünden takip ediyoruz. Başlarda birbiriyle uyum içinde ilerleyen bu ikili anlatım, Arif’in parçalanan kişiliğiyle birlikte ayrışmaya başlıyor. Ve bir noktadan sonra iki anlatıcının ağız birliği bozuluyor, aynı olay iki farklı yorumla aktarılıyor ve okurun hangi tarafta yer alması gerektiği belirsizleşiyor. Bu anlatım tekniğini kullanarak, yabancılaşma sürecinin ve öteki duygusunun iyice yıkıcı ve rahatsız edici bir hal almasını planladım.
Boşluk duygusunun bireydeki yansımaları anlatılır esasen… Birey olmaya atılan adımın bir tepkimesi midir bu duygu ya da?
Boşluk duygusu, var oluşsal sıkıntılarla birleşerek derinleşiyor. Var olabilmek için beste yapması gerektiğine inanan Arif, kendini müthiş bir kıskaca sokmuş oluyor ve kısa zamanda evde yaşayan ilham perisinin kölesi haline geliyor. Sonuçta ürettiklerine yabancılaşmaya ve benliğinden kopmaya başlıyor. Sanatçı egosu, estetik kaygıları, gelecek planları ve hayalleri ile yeteneği, korkuları ve gerçekler arasında bir yere sıkışıp kalıyor.
“Birey olmaya atılan adımın bir tür tepkimesi” diyebiliriz bu durum için. İnsanların hayatın nesnesi konumuna getirildiği günümüz tüketim toplumunun kitle kültürü içinde birey olabilmek öyle kolay bir şey değil, hatta mümkün değil.
Hal böyle olunca, bize Türkiye’deki gençliğin bir profilini de çıkarmış oluyorsun? Bir vaka halini alıyor gençlik türlü etkenler dolayısıyla kabilinden bir kanıya varır mısın? Biraz jenerasyon ifşası yapmanı isteyeceğim senden!..
“Türkiye’deki gençlik” demek fazla iddialı olur fakat belli bir kesimin ve kuşağın temsilcisi olan bir karakter Arif. Edebiyatta ve sinemada örneği bol olan; eğitimli, kültürlü, kendine ve topluma yabancılaşmış, var oluşsal sorunlar tarafından kuşatılmış bunalımlı bir karakter…
Popüler kültürün benzeştirici işleviyle birbirinin kopyası haline gelmiş, bireye değil bireyciliğe inanan, akıl yerine kurnazlığı yücelten, tüketmeyi tek var oluş biçimi sanan, medyanın ürettiklerini gerçek zanneden, iletişim devriminin sevgisiz, bilgi toplumunun sorgulama özürlü gençlerinden oluşan kendi kuşağım konusundaki düşüncelerim pek iç açıcı değil. Zaten romanın kasvetli atmosferinin arkasında, biraz da bu karamsar düşünceler var.
Psikolojik gerilimden söz ettik söyleşinin başlarında; romanlarının fantastik boyutuna da değinmeli ama… İkisinin birlikteliğinden söz edebilir değil mi?
Evet. Kitaplarımın türü için “psikolojik gerilim”, tarzı için de “fantastik” diyebiliriz sanırım. Önemli eleştirmenlerimizin de altını çizmiş olmasının güveniyle “gerilimi gündelik ayrıntılardan çıkaran bir tarz”ım olduğunu söyleyebilirim. Vampirler, hayaletler, canavarlar, ejderhalar, cinler, periler, uzaylılar yerine son derece günlük nesnelerden ve gerçek durumlardan yola çıkarak kurgulamaya çalışıyorum gerilim atmosferini. Doğaüstü anlatılar okur olarak da yazar olarak da ilgimi çekmiyor. Olağan ile olağanüstü arasındaki alana sıkışmış, belirsizlikle beslenen, hayalle gerçeğin, kafada geçenle başa gelenin ayırt edilemeyecek biçimde birbirine karıştığı tekinsiz bir korku anlayışım var.
Konunun teorisyeni kabul edebileceğimiz Todorov’a göre fantastik anlatı, “okuyucunun, öyküdeki kişilerin dünyasını canlı kişilerin yaşadığı bir dünya olarak görmesini ve anlatılan olaylarla ilgili olarak doğal bir açıklama ile doğaüstü bir açıklama arasında kararsızlık duymasını sağlar. Bu kararsızlık öykü kişisi tarafından da hissedilir. Böylece okuyucunun görevi bir kişiye verilmiş olur. Okuyucunun kararsızlığı, fantastiğin ilk koşulunu oluşturur. Fantastiğe can veren bu kararsızlık duygusudur.”
Romana dair son sorum olacak: Romanın çeşitli evrelerinde çıkagelen; cart kırmızıya boyanmış, soluk renkli, geniş tepside yan yana yatan hareketsiz balıklar… romanın metaforik altyapısını oluşturuyor diyebiliriz miyiz? Ölü balık neyin tezahürüdür?
Ölü balıklar, karakterin yabancılaşmış ruh haline gönderme yapan ve ona huzursuzluk veren ayrıntılardan biri romanda. Kendi âleminden kopmuş, başka bir âlemde, sadece ölü olarak var olabilen ve değerlendirilen ahşap tepsideki balıklar, takıntılı bir tip olan roman karakterin kafasında dönen onlarca imgeden biri. Bu tip imgelerin döngüsel bir mantıkla romanın çeşitli evrelerinde çıkagelmesi de, karakterin takıntılı ruh halinin eseri…
Ancak her tarafta karşısına çıkan karanlık delik kadar belirgin ve önemli bir metafor değil ölü balıklar.
Son olarak, Hakan Bıçakcı gelecek programını aşağı-yukarı tayin etti mi, bize ipuçları verir mi?
Roman yazmaya devam etmeyi planlıyorum. Henüz ne yazacağıma dair yeni bir fikir yok kafamda. Bir yandan da gazete ve dergilerde yayımlanan popüler kültür eleştirisi yazılarıma devam etmek istiyorum. Programda büyük bir değişiklik yok sayılır.
Radikal Blog / İlker Cumhur / 10 Mart 2013
Modern insanın yabancılaşmasına Hakan Bıçakcı bakışı: Apartman Boşluğu
Modern dünyanın maddi kalabalığı ile manevi yetersizliği arasında kalmış olan Arif, reklamcılık işinden kendi istemi ile ayrılarak, sözleri ve müzikleri tümü ile kendisine ait olan bir albüm hazırlamak ister. Bu isteminin temelinde, Taksim’de bir barda söylediği tüm şarkıların başkalarına ait olmasının kendisi üzerinde oluşturduğu hoşnutsuz ve rahatsız ruh hâli yatmaktadır. Bunun önüne geçmek için öncelikli yol olarak etrafındaki kişi ve nesnelerle arasına duvar inşa etme zarureti hissedecektir. Ancak bu “zorunluluğun inşa ettirmiş olduğu duvarda bir boşluk” söz konusudur ve bu yeni süreç de yepyeni maceraların toplamından ibaret olacaktır.
Ana tema olarak bireyin yabancılaşmasının işlendiği bu romanda, özellikle büyükşehirlerde yaşayan okurların, kendilerinden, çevrelerinden ve bu ikisinin birlikteliğinden doğan yaşantılarından birçok detay yakalamaları mümkün. Hele ki İstanbul söz konusu ise, mekânların ustaca kullanımı ve atlanmayan muhit, mekân, kişi tasvirleri ile bu farkındalıklar üst düzeyde gerçekleşiyor.
Tüm bu gerçekliklerin yanında Hakan Bıçakcı’nın stili olduğu üzere, görülen rüyaların fazlalığı ve bireyin yaşantısı ile olan ilişkileri de kitapta büyük yer kaplıyor. Buna rağmen bunlar imgelem düzeyinde kalmıyorlar, sebepsel olarak modernite keşmekeşine bağlı oldukları için, Arif’in rüya ve halisülasyonlarını anlamlandırabiliyoruz.
Romanın içine dâhil olabilmemiz açısından en önemli unsur olan duyusal niteliklerin atlanmadan kullanılması da romanın diğer artıları arasında yer alıyor. Değişimin en önemli unsuru olacak olan yeni eve geçişle beraber yaşanan gelişmelerin temelindeki “apartman boşluğu” atlanan bir unsur mahiyetinde kitabın sonunu ele vereceğinden ötürü, bunu başka metotlarla dile getiriyor Bıçakcı. Ya da okurun bir bağ kurmasını bekliyor olabilir.
Apartman Boşluğu’nun ana kişisinin Arif olduğunu belirtmiştik. Sözü ve müziği tamamen kendisine ait olacak bir albüm için kendini dış dünyadan soyutlayacak olan Arif, evvelinde, müzik yapım sürecinde kendisinin de sıklıkla belirteceği üzere reklamcılık ile uğraşıyor ve hayatın boğucu hâle gelmesindeki nedenlerin en büyüğü olarak da bunu gösteriyor. İşinden ayrılması ile beraber, sabahları istediği saatte kalkma özgürlüğünün hayatındaki yegâne mutluluk olduğu bir merhaleye adım atıyor. Bu noktada her yeni başlangıcın yaratmış olduğu mutluluk ve umutluluk hâlini kendisi üzerinde gözlemleyebiliyoruz. Bu süreci tebdili mekânda ferahlık vardır şeklinde de tanımlayabiliriz. Ortaya şöyle de bir sonuç çıkartabiliriz; son noktayı, bizi mutsuz ve umutsuz kılan bir yerde koymamamız gerekir. Yoksa çürüme kaçınılmaz olacaktır.
Sayfa sayısı olarak kısa addedemeyeceğimiz bir roman olmasına karşılık kitap boyunca yer alan karakter sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az. Gözlemleme şansı bulduğumuz diğer karakterler, Arif’in; sevgilisi Ceren, ev değişim sürecindeki ara boşlukta misafiri olduğu anneannesi, kayıt altına aldığı müzikleri dinlettiği Ender, müzik grubundan arkadaşı Emre, yeni evinin güvenlik ihtiyacını tedarik ettiği Ziya ve kendisine istemsiz de olsa ilham kaynağı oluşturan karşı komşusu yaşlı kadın.
Ceren üzerinden Arif’in içe dönüşünün sonucu olarak göstermiş olduğu duygu değişimine, Ender üzerinden dostluk kavramına, Emre ve diğer grup üyeleri üzerinden kolektif çalışmaya, anneannesi üzerinden yaşlılığın eskimekle olan eşdeğerliliğine, güvenlik ürünleri sahibi Ziya, emlakçı, işportacı gibi yan karakterler üzerinden de toplum eleştirilerine dair çıkarımlarda bulunabiliyoruz. Hatta sonda belirttiğimiz toplum eleştirilerini, işportacılar, emlakçılar gibi karakterler üzerinden kâğıda yansıtırken, sert de bir üslup kullanıyor Hakan Bıçakcı.
Arif’in duygu değişimlerine, görmüş olduğu rüyalar ile de ulaşabiliyoruz. Günlük olarak yapmış olduğu yaşamsal faaliyetler monoton bir yapıya bürünürken, bu yeknesaklıktan kurtuluşun taşları, rüyaların içerikleri hasebiyle Arif’in yolu üzerine döşeniyor. Arif’in, evine Ender ve Ceren’in dışında kimsenin gelmiyor olmasına rağmen sürekli güvenlik tedbiri alması da müziğini oluştururken “bilmediği kaynaklardan gelen yardımlara karşı” duymuş olduğu korku ile bağdaşım kurmamıza neden oluyor ve böylece romanın sonunu tahmin etmemize yönelik bir ipucu da elde edebiliyoruz.
Tüm bunlar yapılırken çok kişinin anlatıcı konumda olduğunu da belirtmek gerekiyor. Roman üçüncül kişili anlatıcı ile başlangıç yaparken, ileride Arif, yani birinci kişili anlatıcı da mevcudiyet kazanıyor. Hakan Bıçakcı, birincil kişili anlatımı Arif ile de sınırlı bırakmıyor, gerek Ceren, gerek Ender, gerekse de Emre anlatıcı konumuna getirilerek ?bunlar Arif ile eşdeğer zamanlarda yapılarak- bize birçok açıdan değerlendirme olanağı yaratılıyor. Bu romana oldukça samimi hava katarken kimi kısımlarda da reklamcı kimliğini konuşturan Hakan Bıçakcı, senaryo yazım tekniğini de kullanarak çok sesli bir apartman boşluğu inşa ediyor.
Kitap boyunca bireyin yabancılaşması hususu irdelendiği için bölümlerde ağırlıklı olarak ruhsal çözümleme kullanılıyor. Karşılıklı diyaloglar yerine içsel monologlar yeğlenmiş, Arif’in yaşadığı anlardan kesintiler, cümlelerin zihinde tekrarlanışı, Arif’in zihninden film şeridi gibi geçerken bize de bunlara tanıklık etme şansı doğuyor.
Dediğimiz gibi, Hakan Bıçakcı reklamcı kökeni ile bize günlük yaşamda gözümüzden kaçan küçük ama önemli detayları bir film senaryosu kıvamında anlatıyor ve anlatımındaki başarılı dil ve üslubunu diyaloglara da taşıyarak, fazlası ile aşina olduğumuz bu eksikliğin önüne set çekiyor.
Popüler bir konu hâline gelen toplumsal eleştiri nitelikli yazınlara artı yönde ivme kazandırdığını düşündüğüm bu roman, okuması mevsimsel seçim ayırt ettirmeyecek dende akıcı üslubu ile son dönem Türk edebiyatı için başarılı bir eser olarak kendine has bir konum elde ediyor. Apartman Boşluğu, Hakan Bıçakcı okumaya karar veren okurlar için iyi bir ilk kitap olacaktır.
SabitFikir (Odak Yazar Dosyası) / Abdullah Altınay / 11 Ekim 2015
Yalnızlığın İç Sesi
“Artık ben de belli bir noktaya ilerleyen çok amaçlı bir virüstüm. Düşünen diğer hayvanlar gibi kalkmıştım. Adım adım ilerliyordum. Nereye gittiğimi biliyordum: Yeni evime…” (s.105)
Bir boşluk var, kiminin tutamağı; öyle bir boşluk ki yokluğu fırçalar kırdırıp kalemler küstürüyor. Buna kitaplarını okuduğumuz, müziklerini dinlediğimiz, resimlerine baktığımız, koca bir mana denizi bulup dalgasında seyre durduğumuz sanatçı boşluğu diyelim. Varlığı biricik bir yasaya bağlı, düzenin ipinin koptuğu yerde pat diye karşısına çıkıveriyor. En basit dönemeçlerde savuran bütün keskin öğretiler bu boşluktan çıkmış, tanımlayabildiği kadarıyla bu: Apartman Boşluğu.
Hakan Bıçakcı, boşluğa düşme psikolojisinin kendini bulmaya yönelik bir arayış olduğunu göstermekte. Bunda tabloların, seslerin, rüyaların ve başkalarının dokunuşlarının büyük rolü var. Her şey doğal düzeninde devam ederken bir anlık kopukluk meydanı çırpınışa bırakıvermiş. Kitabın geneli bağlamında düşünürsek buna umursamazlık ya da vurdumduymazlık gibi bir kavramın yol açtığını söyleyemeyiz. Aksine boşluk hissi daha gözlemci bir kişiliğin ne yapacağını bilemez hale gelmesi ve tepkilerini kestirememesinden kaynaklanmakta. Balıklar taze ancak ölüler, düşler var unutulmuş, tablolar sabit değil, çıldırmak adına her fikir uygun; fakat boşluk başka türlü oyun oynuyor, müsaade yok. Cioran’ın Çürümenin Kitabı’nda dediği gibi “Bir intihar etmeme hali.”
Kitabın baş kahramanı Arif, sanat eseri ortaya koymanın sancılı dönemini yaşayan bir karakter. Yaratıcılığı, inancı ve azminden geliyor. Başkası değil kendi olmak ve ortaya koyduğu sanatla kendi olarak geleceğe kalmak istemi, büyük bir kavganın ortasında kalmış insanın kendine gelecek darbelere karşı direnmesi gibi, ruhsal çöküntülere direnmeyi ve onlardan yalnızca kuvvetini besleyecek şekilde yaranmayı gerektiriyor, en azından bunu Arif’in korku ve umudu bir arada yaşadığı bölümlerde görmekteyiz.
“Boşluk” yani “duvardaki delik” Arif’in yeni evine taşındığında karşılaşılan, dış dünyanın karmaşasını içine çekmiş, görünürde basit fakat benlikçe dolu bir kavramın yoğrulduğu yer. Sadece ses değil görüntü de duvardaki delikte gizlenmiş, bilinçaltının bir kopyası gibi duruyor. Kitap da ismini bu boşluktan almış. Burada mekanın muhtevasını oluşturan her obje, karşımıza hayal gücünün birer yansıması olarak çıkıyor. Doğal biçimde şekillenmiş olanlar da bir kalıba sığdırılmaya çalışılıyor, örneğin Arif’in rüyaları gibi. Arif’in zevk ve duyuş tarzı olası bir terennümü de ortaya çıkarıyor. Bu aslında bir dizi izin yaşamasını sağlayan onları koruyan şey, bir ses, bir dokunuş, bir koku…
Arif çevreye ve sıkıntılarına karşı umursamaz bir tavır aldıkça boşluk küçülüyor. Ancak korku ve sıkıntıya direnmenin karşısına tetikleyici, daha kuvvetli bir hatırlama güdüsü konulmuş. Bu da problemler karşısında çaresiz bırakıyor. Yeni ev ortamı, duvardaki deliğin, siyaha boyalı duvarın ve karşı dairenin yaşlı müdaviminin değişen görüntü silsilesi ile ruh üstüne zorbaca bir baskı uyguluyor. Ana karakterin değişimi ve arkadaşlarının gözünde ağlanılacak hale gelişi kısa zamanda egemenliği eline almış bir çöküntünün delili. Bu boğucu havada Arif’in her şeyin üstesinden gelip gülümsemesi de boşlukla olan mücadelenin bir göstergesi oluyor.
Anlatı yer yer karakterlerin ağzından yer yerse üçüncü bir kişi tarafından yapılmış. Bu kısımlara göre farklılık göstermekte. Çarpıcı olansa karakterlerin ağzından yapılan anlatımlarda daha “boşluğa” dokunur içe dönük gözlemlerin olması. Üçüncü kişi tarafından yapılan anlatımlarda ise tahliller yerini gözleme ve ana karakterin içinde bulunduğu sıkıntılı ortamın tasvirine bırakmakta. Bazı sahnelerde olayların dışında olan anlatıcı her şeyi bir tiyatro oyunu gibi gösterip, karakterlere sufle veriyor. Burada deneysel bir anlatımın yapıldığını söyleyebiliriz. Romanın akışı olaylarla bağlantılı küçük tiyatro metni parçalarıyla bütünleştiriliyor. Bu şekilde okuyucunun hayaline dönüşen sahneler gözünün önüne getirilir gibi. Tabii farklı olarak bir dramatik sahne de oluşturulmaya çalışılmış. Nitekim Apartman Boşluğu’nun karakterleri arasında sevgi ve güven eksikliğinden kaynaklı bir kopukluk var. Bu durum Arif’in rüyalarından daha net anlaşılıyor. Ceren’in yakın arkadaşıyla onu aldatması görünürde bir düş; fakat bağlılığı kuvvetlendiren değerlerin karşısında ortaya çıkmış tiksinti verici bir tutumu gösteriyor.
Genel bağlamda roman, hayatın, sonu tatlı biten bir aldatmacasına dostça bir dokunuş niteliğinde. “Apartman boşluğu nedir?” sorusuna Arif: “Postmodern kent hayatının birey üzerinde yarattığı boşluk duygusu…” (s.224) diye cevap vermiş. Karakterin o boşlukta müziği yakalama çabası var. Bunun gibi kalıcılığın olması için insanlığın ilk evresinden bugüne kadar birçok yol denenmiş, bir nevi bellek mücadelesi verilmiş. Gerek yazılı gerek sözlü aktarımlarla devamlılık sağlanmaya çalışılırken gözden kaçan birtakım şeyler de olmuş. Bunlar birike birike koca bir eksiklikler dağı meydana getirmiş ki bu toplumun bilinçsizce eğilimlerinin de zirvesini oluşturmuş, dünyanın dokusu böylece iflah olmaz bir kanserin pençesine düşmüş. Kısa fakat etkili bir serüven… Sürekli birbirini tekrarlayan şeylerden örülü yeni dünya düzeninde insanın kendini bulduğu ya da bodoslama içine düştüğü Apartman Boşluğu yalnız Arif’in değil, toplumsal kopuklukların da bir aynası, olaya sadece küçük bir odadan değil “postmodern bir kent hayatı”ndan bakıyor.