Apartman Boşluğu - Hakan Bıçakcı

Roman, İletişim Yayınları

254 s, 2008

Apartman Boşluğu / Özet

Beste çalışmalarına başlamak için eve kapanan bir müzisyen. Evden gelen tuhaf sesler. Yatak odası duvarındaki karanlık delik. Ve sahipsiz şarkılar. İlham perili bir evde geçen; yaratıcılık, esinlenme, intihal, sanatçı egosu üzerine bir psikolojik gerilim…

Arif, İstanbul’da tek başına yaşayan, otuzlu yaşların başında bir reklam yazarıdır. Bir yandan da yabancı grupların şarkılarını yorumlayan bir bar grubunun şarkıcısıdır. Yabancı rock grupların vokalistlerinden ayırt edilemeyecek güzellikteki sesiyle dinleyenleri büyülemektedir. Ancak Arif hiçbir şey üretmeden, kendinden on yaş küçük bir kalabalığa papağan gibi “elâlemin şarkıları”nı söyleyip durduğu için mutsuzdur. Bu konu onun için varoluşsal bir sorun haline gelmiştir. Kendi şarkılarını söylemek, kendi bestelerinden oluşan bir albüm çıkartmak için her şeyini feda etmeye hazırdır. Özgün beste yapabilmek onun için bir takıntıya dönüşmüştür. Böyle bir dönemde işten çıkarılması onu müziğe daha da yaklaştırır.

Beste çalışmalarına başlamak için gürültülü ve küçük bulduğu dairesinden daha geniş ve sessiz bir eve taşınır. Yeni evin bir odasını müzik stüdyosuna çevirir. İşsizdir. Sevgilisinden ayrılmıştır. Tüm vaktini ve enerjisini müziğe ayırmaya hazırdır. Yeni evle birlikte hayatında yepyeni bir dönemin başlayacağını düşünür.

Yeni ev tuhaftır. Garip sesler ve görüntüler belli belirsiz varlıklarıyla Arif’i huzursuz etmeye başlar. Eşyayı bıraktığı yerde bulamaz, merdivenlerde yankılanan sahipsiz ayak seesleri duyar, karşı komşusunun duvarındaki tablo sürekli değişir. Tuhaflıkların içinde en baskın olanı yatak odasının duvarındaki apartman boşluğuna bakan, portakal büyüklüğündeki deliktir. Ve bu delikten gelen sesler…

“İlham perili ev”ine kapanır Arif. Tanıdığı herkesten kopar sırayla. Kasvetli ve karanlık bir ruh haline bürünerek sadece şarkılarına odaklanır. Ancak hayalini kurduğu güzellikte melodiler üretemez. Yeteneğiyle hayalleri arasındaki uçurumun kenarında mahsur kalmıştır. Yatak odasının deliğinden gelen melodiler ve evin içindeki dolaylı şifreler imdadına yetişir. Evin ürettiği eşsiz melodileri sahiplenmesiyle albüm hazırlıkları başlar. Grup arkadaşları sürekli yeni bir şarkıyla çıkagelen Arif’e bir müzik dehası gözüyle bakarlar. Ancak Arif huzursuzdur. Gerçeklik duygusu ve akıl sağlığı duvardaki delikten hazır gelen olağanüstü güzellikteki bestelerle birlikte gitgide bozulur. Bu besteler şizofrenik bir yaratıcılık süreci yaşayan Arif’e mi aittir, yoksa eve mi?

Apartman Boşluğu / Alıntılar

Sf. 9 (Giriş)

1

Hareketsiz balıklar, bundan 3 sene 7 ay 12 gün 6 saat 23 dakika 8 saniye önce cart kırmızıya boyanarak kurumaya bırakılmış olan yuvarlak, ahşap, soluk renkli, geniş tepside yan yana yatıyorlar. Duygusuzca birbirlerine sokulmuşlar. Kaygan, nemli, gümüşümsü derilerinin soğuk teması, kendi iradeleriyle değil, bir dış müdahale türü olarak insan eliyle sağlanmış. Islak ve yaşayan gezegenin yosunlu derinliklerinden koparılarak kuru ve ölü medeniyetin cereyan yüklü spotlarının altına dizilmişler. Tozlu yüzgeçleri işe yaramıyor. Kuru solungaçları çalışmıyor. Bir zamanlar sonsuz olan hava tamamen tükenmiş. Tuzlu dalgaların hayat dolu akıntısının dışına çekilen ağızları sonuna kadar aralanarak suratlarını nefes kesici bir dehşet ifadesine boğmuş. Çeneleri kasılmış. Korkuyla yuvarlanmış donuk gözleri, tepelerindeki karanlığın içinde huzursuzca sallanan çıplak ampule dikilmiş. Ampule bakmayan diğer gözleriyse tepsinin kırmızıya boyanmış kıymıklı karanlığına saplanmış. Balıkların ölüm anındaki korkularının toplamıyla genişleyen ampul, ne gecenin dipsiz karanlığını içine alıyor ne de bu yabani karanlığın içine sızıyor. Çığırtkan ışıkları kendi içinde yankılanıyor. Sadece altındaki tepsinin üstündeki birörnek balık leşlerini aydınlatıyor.

Ölü balıkların kırmızı, yuvarlak, ahşap gezegeninin kenarında küçük bir delik var. Deliğin arkasında ampulün aydınlatamadığı tanımsız, hareketsiz ve kasvetli bir boşluk… Balıkların ve insanların dünyasının dışına açılan bir geçit, bilinmeyen boyuta uzanan bir koridor, kaçacak bir delik… Ancak balıklar fırsatı çoktan kaçırmış. Birkaç tanesinin ağzı hâlâ hareket ediyor. Yavaşlatılmış bir görüntü… Bazılarında belli belirsiz yaşam belirtilerine rastlanıyor. Fakat sonlarının gelmiş olduğu gerçeği, kasılmış ağızları kadar açık.

Duruşu kambur, bakışları şaşı balıkçının kılçıklı sesi, karanlık şehrin ıssız köşesinde pırıl pırıl parlayan ölü balık pullarının üzerinde duyuluyor: “Abi balıklarım taze, hangisinden vereyim?” Sonra mavi renkli plastik maşrapadan bir seferde atılan deniz suyu, bir önceki hayatı hatırlatan sert bir tokat gibi çarpıyor tepsideki balık istifine. Hayatta olanların ölümünü haince erteleyerek, ölmüş olanların cesedini parlatıp tazeleyerek. Koparıldıkları gezegeni özetleyen bu ıslak ve tuzlu tokatla kendine gelen birkaç balığın ömrü birkaç dakika daha uzuyor. Gittikçe yoğunlaşan balık kokularının arasından gelen kılçıklı ses yeniden duyuluyor: “Abi balıklarım taze, hangisinden vereyim?”

2

Bu, Arif”in kapısının dışardan görünüşü… Bu da aynı kapının içerden görünüşü… Arada pek bir fark yok. Bir tarafta ince uzun kapı kolu var, diğer tarafta yuvarlak topuz… Sanki bu iki malzeme tornavidayla sökülüp ters vidalansa içeriyle dışarı yer değiştirecek. Dışarı içerdeki duvarların arasına tıkılacak, içeri dışarının genişliğine yayılacak. Bu Arif”in anahtarı çevirme sesi. Bir, iki, üç; buçuk… Bu da Arif…

(…)

Sf. 34 (10. Bölüm’den)

Işıklarda durdum. Karşıdan karşıya geçmek için bekliyordum. Otomobiller, taksiler, otobüsler, dolmuşlar salakça bir telaşla önümden geçip gidiyordu. Sanki aynı araçlar delirmiş şoförleriyle aynı meydanda dönüp duruyorlardı. Yanımda bekleyen sert hatlı, deri ceketli, Fenerbahçe bereli adam hafifçe öne eğilerek ikimizin arasına tükürdü. Yağmur sularına karışarak kıvrılan köpüklü tükürüğü gözlerimi ayırmadan izledim. Sağ yumruğumu sıktım. Sol elimle sağ yumruğumu kavrayıp bütün gücümle dirseğimi suratının tam ortasına indirmek istedim. Sonra yerde, kendi tükürüğünün içinde tekmelemek… Burnundan ve ağzından oluk oluk boşalan koyu kırmızı kanı tükürüğünün köpüklerine karıştırmak… Yok olana kadar ayağımın altında ezmek… Bu isteği bastırmak ve tükürüğün iğrenç görüntüsünden kurtulmak için gözlerimi sıktım.

Gözlerimi kapayınca trafik ışığından körler için olan anonsun yükseldiğini fark ettim: “Lütfen bekleyiniz. Lütfen bekleyiniz. Lütfen bekleyiniz…” Vurgusuz, kaba bir erkek sesi… “Bekliyoruz işte, kör müsün?” Ceren yanımda olsaydı çok kızardı bu espriye. Bir yandan da tatlı tatlı gülerdi ama… Gözlerimi açmadım. Bir an için kör olduğumu hayal ettim. Karanlıkla birlikte içime garip bir korku çöktü. Sesi aniden yükselen ve belirginleşen anonsu dinleyerek gözümü hiç açmadan karşıya geçmeye karar verdim. Bu kararla birlikte içimdeki korku bir anda büyüdü. Taksim Meydanı’nın uğultusu devleşerek tuhaflaştı. Sesler birbirinden ayrışarak her biri bağımsızlığını ilan etmeye başladı. Otomobil sesleri, insan sesleri, rüzgâr sesi, yağmur sesi, şemsiye satıcılarının sesi, adım sesleri… Daha durduğum yerde müthiş bir korkuya kapılmıştım. Fakat gözlerimi açmayacaktım karşıya geçene kadar. Kararımı vermiştim bir kere. Yanımdaki hayvanın suratını dağıtamamıştım belki ama bunu yapabilirdim. “Bu kadar basit bir kararın bile arkasında duramayacaksam ezilip öleyim zaten.” Kendime olan saygımı kaybetmemek adına açılmayacaktı o gözler. Trafik lambası yanı başımda sayıklamaya devam ediyordu: “Lütfen bekleyiniz. Lütfen bekleyiniz. Lütfen bekleyiniz…” Ve birden bu cümle yerini “Şimdi geçebilirsiniz”e bıraktı.

“Şimdi geçebilirsiniz. Şimdi geçebilirsiniz. Şimdi geçebilirsiniz…” Karanlığın içinde kasılıp kaldım. Kanım dondu. Başım dönmeye başladı. Ağzımın içi kurudu. Tükürüğüm boğazımda düğümlendi. Tepeden tırnağa ürperdim. Anons sadece bana yapılıyordu sanki. “Şimdi geçebilirsiniz. Şimdi geçebilirsiniz. Şimdi geçebilirsiniz.” Kendimi uçurumdan aşağıya bırakırcasına, soğukkanlılıkla kaldırımdan indim. Karanlığın içinde attığım her adımla birlikte içim çekiliyor, başım dönüyor, beynim karıncalanıyordu. 120 kilometre hızla gelen bir otomobilin kaportasının cılız bedenime çarpıp kaburgalarımı kırıp belimi kaydırıp yüzümü parçalaması an meselesiydi sanki. Üç adımdan sonra gözlerimin kapalı oluşundan kaynaklanan rahatsızlık dayanılmaz bir boyuta geldi. Midem bir bulanmaya bir kasılmaya başladı. Bir adım daha attım. Düz yürüdüğümden bile emin değildim. Arkamda kalan anons gittikçe uzaklaşırken karşı kaldırımdan bir tür yankı gibi gelen diğer anonsu duymaya başladım. Annesiyle babasının ortasında, yürümeyi ilk kez deneyen dengesiz bir bebek gibi sayıklamaların arasında korku ve merak içinde ilerliyordum. “Şimdi geçebilirsiniz. Şimdi geçebilirsiniz. Şimdi geçebilirsiniz.” İki adım daha attıktan sonra dayanamayacak gibi oldum. Fakat dayanacaktım. Kesinlikle gözlerimi açmayacaktım.

(…)