Öykü, İletişim Yayınları
162 s, 2011
Ben Tek Siz Hepiniz / Özet
27 öyküden oluşan bir kitap…
Nakavt
Felçli karısının yüzünü eski haline döndürmek için ringden dışarı atlayarak tüm seyircileri dövmeyi deneyen bir boksör…
Karanlık
Tüm mahallede elektirikler kesilir. Sadece bir daire hariç. O dairenin sahibini kabus dolu aydınlık günler beklemektedir.
Promosyon Mont
Soğuktan donmak üzere olan bir evsiz benzin istasyonuna sığınır. Haline acıyan görevli kendisine istasyonun promosyon montlarından verir. Ancak bir sorun vardır. Adam Fenerbahçelidir, mont Galatasaray montu…
Misafirperest
Yaşlı bir kadın… Çaya gelecek misafirler… Ve korku dolu bir hazırlık…
İkinci Hayat
Cenazede yakasında kendi fotoğrafıyla sigara içen adam. Ve onun hastalıklı eşek şakası…
Telaş
Deniz otobüsüne yetişme kaygısı üzerine bir gerilim öyküsü.
ÇALIŞMA SAATLERİ
Evrak Çantası
İçi evrak dolu bir çanta. Bazen de kesik parmak dolu…
Silahlı Kuvvet
Köpekleri kaçıran aletlerden alan adam bu yeni oyuncağını kullanmak ister ama fırsat çıkmaz. Sonunda aletin işlevini merak eden adam cihazı uyuklayan bir köpek üzerinde dener.
Karanlık Mesai
Bir gece bekçisinin yirmi dört saati. Klostrofobik bir hayat kesiti…
Çalar Saat
Sabah işe kalkamama üzerine linguistik bir yatak korkusu…
Tesadüf Beklentisi
Para dolu çanta. Hayaletler ve vicdan azabı. Tesadüf eseri iç içe…
İş Gezisi
İş için üç günlüğüne Paris’e giden bir adam ve kötü Fransızcası yüzünden kahvaltı salonunu basan timsahlar…
SAKAT İLİŞKİLER
Rande vu
Buluşmaya erken gidip sevgilisini gizli bir köşeden röntgenlediği için buluşmaya geç kalan adamın haz ve melankoli dolu anları…
yalan²
Bu öyküdeki yalan karakterin yalan söylemiş olduğunu söylemesi.
Kafe Falı
Kafede tanışan bir çift. Ve onları bir araya getiren yanlış bir fal kehaneti…
Depresyon Fetişi
Teknolojiyi kullanarak kendine irili ufaklı depresyonlar yaratan nostalji kavramıyla hastalıklı bir ilişki kuran adam.
BEN NEREDEYİM
Hande’ye Tecavüz
Bir otel odasında bastırılan cinselliğin kafa karıştırıcı bir biçimde patlaması.
Köpekadam
Köpekle göz göze geldiğinde kendini köpeğin gözünden gören adamın bunu psikatriste anlatması ve psikiatristin gerçek olup olmadığını bilememesi.
Helikopter
Bir kafe tuvaletindeki kabinle dünya turu…
Özel Gösterim
İstanbul bomboştur. Sadece o ve özel gösterim sinema bileti… Korkarak filme gider ve korktuğu başına gelir.
Evdeki Uçak Uçaktaki Deprem
Düşen bir uçakla büyük bir deprem bir adamın kafasında birbirine karışır.
BİR TARAF KARANLIK
Kayıt
Olasılığı silah olarak kullanarak soygun yapan bir çete…
Gizli Kamera
Bebeklerini emanet ettikleri bakıcıya güvenmeyen çiftin eve yerleştirdiği gizli kamera ve ekranda şiddet.
Dikkat bebek var!
Sokaktan çıplak bebekler toplayan bir gencin koşuşturması.
Paranormal Domates
Hep aynı anı yaşayan bir domates ve bir bardak su…
VIP Kulüp’ün Satanist Sakinleri
Black Metalci gençler sosyetik bir açılışa gidip ortamı zehir etmek isterler. Ama olaylar planladıkları gibi gelişmez.
Bir Yaz Gecesi Kâbusu
Okan yeni çizgi romanını hazırlamaktadır. Bu sırada İstanbul’u basan bir Ninja çetesi sitelerin güvenlik görevlilerine dadanır. Okan’ın bir yanlışlık eseri bu tuhaf olaylara karışır.
Ben Tek Siz Hepiniz / Eleştiriler
Ben Tek Siz Hepiniz / Söyleşiler
Bilirkişi Heyeti / Şubat 2012
Ben Tek Siz Hepiniz
Hayatımızda görmezden geldiğimiz korkuları, psikolojik durumları ve nice ayrıntıları bir dokumacı gibi işleyip önümüze sunuyor Hakan Bıçakcı. Romanlarında insan psikolojisine, o psikolojinin ötesine geçen ve anlamlandıramadığımız bu psikolojik durumları işleyen Bıçakcı, bu sefer karşımıza 27 hikâyeden oluşan Ben Tek Siz Hepiniz kitabıyla çıkıyor.
Ben Tek Siz Hepiniz, 5 ana bölüme ayrılan ve toplamda 27 hikâyeden oluşan bir kitap. Bu hikâyelerin 15′i Bir Yaz Gecesi Kâbusu (2005) kitabında yer alan öykülerin gözden geçirilmiş versiyonları. Kalan 12 tanesi ise ilk kez kitaplaştırılan hikâyelerden oluşuyor.
Hikayelerinin ana omurgasının toplumsal gibi gözükmemesine; insanın iç çekişmesini, kendi içinde kurduğu dünyayı ele alması, bunu yaparken de absürt, psikolojik durumlara ağırlık vermesi gösterilebilir. Yazarın yapmak istediği toplumu ilgilendirmeyen olay örgülerinin aslında toplumun ana sorunlarından biri olduğunu vurgulamak. Bireyin psikolojik buhranları, korkuları içselleştirmesi ve bastırılması toplum nazarında farkına varılmayan konuların dışa vurumu gibi algılayabiliriz Hakan Bıçakcı’nın roman ve hikâyelerinde yaratmak istediği temayı, vermek istediği mesajı. Bunu “tuhaf olanı tuhaf olmayan öğelerle anlatmaya çalışmak” şeklinde özetleyebiliriz.
İnsanın var olmasından bu yana merak ettiği rüya metaforunu gerçekliğe dönüştüren, daha doğrusu rüya ile gerçekliği tek bir potada eritip hangisinin rüya hangisinin gerçek olduğunu anlayamadığınız olay örgülerini kendine has üslup ve değişik anlatım biçimleriyle oluşturuyor Bıçakcı. Giriş, gelişme, sonuç bölümlerinin sırasıyla takip edildiği bölümlerin yanında bu sıranın değiştirilip olay örgüsünün başı sonu karıştırılarak okuyucuyu düşünmeye, konunun gidiş yönünü tahmin eden okuyucuyu ilerleyen her bölümde şaşırtıp ters köşeye yatırmaya çalışan bir anlatım biçimi, üslubu bulunuyor yazarın. Bunu o kadar iyi beceriyor ki bazı hikâyelerinde okuyucunun tahmin edebileceği noktayı terse çevirirken okuyucuda oluşan “aslında böyleymiş” hissinin oluştuğu taze anlarda tekrardan sazı eline alıp bir ters köşe daha yapıp okuyucunun algısının iyice karışmasına neden oluyor. Buna alışık olamayan okuyucuların zorlanacağı ve anlam veremeyeceği bir kurgu gibi dursa da hikâyelerindeki vermek istediği mesaj doğrultusunda sağlam kurgular olduğunu anlıyorsunuz. Bu kurgusallığa alıştığınız anda ise Bıçakcı’yı ayrı bir zevkle okuyacağınızdan eminim. Nitekim “Yalan2″ hikâyesinde karakterin sevgilisine söylediği yalanı daha sonra okuyucuya yönlendirmesi buna güzel bir örnek.
İkili ilişkilerde dokunulmayana dokunmak, söylenilmeyeni söylemek, yanlış anlaşılmaları korkusuzca kullanmak Bıçakcı’nın en önemli özelliklerinden. Hande’ye Tecavüz hikayesinde rüya-gerçeklik arasında, arafta kalan insanların portresini sunuyor bize.
“Dikkat Bebek Var!” hikâyesinde istenmeyen bir bebeğin kişide yarattığı psikolojik baskıyı net biçimde ortaya koyuyor.
“VIP Kulüp’ün Satanist Sakinleri” hikâyesinde toplum tarafından dışlanan metalci gençlerle sosyete arasındaki toplumsal gerilimi ilginç ve yerinde tespitleri ve de kendine has olay örgüsüyle sonunda gülmenize neden olacak bir biçimde ele alıyor.
Murat Menteş’in “Dublörün Dilemması”nı andırır, kitabın en uzun, sürükleyici ve son hikâyesi “Bir Yaz Gecesi Kâbusu”nda üslubunun doruklarına çıkıyor.
Roman ve hikâyelerindeki üslubunu kendisi şu şekilde yorumluyor: ” Tek bir hayatı takip etme; korktuğun hayat da içinde olsun. Bazen gerçek hayatla birbirine karışsın. Çünkü hayat, geri dönüp baktığında yaşadığın somut deneyimlerden oluşmuyor.”
Karanlık Oda ve Ben Tek Siz Hepiniz kitaplarıyla Kafkavari bir anlatımın izlerini gördüğümü belirtmeliyim. Yukarıda değindiğim üslup ve anlatım tarzından bunu bir nebze olsun çıkartabiliriz.
Karanlık, Telaş, Yalan2, Rande vu, Kafe Falı, Hande’ye Tecavüz, Dikkat Bebek Var!, VIP Kulüp’ün Satanist Sakinleri, Bir Yaz Gecesi Kâbusu kitapta dikkatimi çeken, en çok beğendiğim hikâyeler.
Sabit Fikir / Ceyhan Usanmaz / Şubat 2012
Hem bir yeniden basım hem de yeni bir kitap
“Trafik aşırı derecede yoğundu. Kabataş’ın ıslak karanlığının içinde bataklığa saplanmış bir kurbağa gibi ilerlemeye çalışan yeşil belediye otobüsünün içindeydim. İçerisi kalabalık, havasız ve sessizdi. Zaman durmuş gibiydi. Saatim 18:24’ü gösteriyordu. 18:30 deniz otobüsüne yetişmeye çalışıyordum.” Büyük bir şehirde, özellikle hafta içi her gün evden işe, işten eve uzun mesafeler kat etmek zorunda kalan şehir sakinlerinin her zaman sakin kalmaları pek mümkün değil. Her an kötü bir sürpriz yapma ihtimali bulunan yol şartlarının şehir sakinlerini telaşa sürüklemesi kaçınılmaz. “Bir sonraki deniz otobüsü 45 dakika sonraydı. Kaçırırsam, neredeyse bir saat boyunca iskelenin boğucu ve soğuk salonunda beklemek zorunda kalacaktım. Bekleme ihtimalinin sıkıntısı içimde genişlemeye başlamıştı bile. Sabahın köründen beri bu ıslak ve gürültülü sokaklardaydım ve kendimi evimin kuru sessizliğine atmak için bir dakikalık gecikmeye bile tahammülüm kalmamıştı. Tekrar saate baktım: 18:25. Ancak otobüsten inip koşarsam yetişebilecektim.” Kaçmak üzere olan deniz otobüsü, otobüs, tren, tramvay ya da vapura yetişme zorunluluğunun adımları giderek hızlandırması gibi, düşülen telaşın da bir adım daha ilerleyerek paniğe evrilmesi işten bile değildir. İçinde bulunulan bu telaş, panik, sıkıntı, huzursuzluk hali her şeyi bir anda bambaşka bir şeye dönüştürür ve söz konusu taşıtı yakalamak, sanki hayattaki tek gayedir artık; her güzel şeyin simgesi olmuştur. “Her an kalkıp gidecek gibiydi. Güzel olan her şeyi yüklenmişti. Geçmişteki, şu andaki, gelecekteki… Onu kaçırırsam, tüm olumsuzluklarla birlikte bu kıyıda kalarak güzel olan her şeyin karanlık suların arasında gözden kayboluşunu seyredecektim. Sevdiğim insanlar, şarkılar, filmler, hayvanlar, kitaplar, yemekler, görmüş olduğum rüyalar, hatırlamaktan zevk aldığım anılar, hobilerim sulara açılacak ve ben kâbuslarım, hatırlamak istemediğim anılarım, fobilerim ve sümüklerimle bu beton kıyıya saplanıp kalacaktım. İçinde ışıklı gölgelerin kımıldandığı su birikintilerini sıçratarak hızımı artırdım. Bacaklarım ateş gibi yanıyordu.”
Yukarıdaki uzun uzun alıntılar, Hakan Bıçakcı’nın geçtiğimiz aylarda yayımlanan Ben Tek Siz Hepiniz adlı kitabındaki “Telaş” hikâyesinden. Hakkında pek fazla bir şey bilmediğimiz bu hikâye kahramanının –belli ki sıradan bir insanın, sokaktaki adamın– yaşadıkları hemen herkesin başına gelebilecek bir durumu ifade ediyor. Bir başka deyişle Bıçakcı, diğer hikâye ve romanlarındaki gibi günlük hayatın içinden sesleniyor. Deniz otobüsünü kaçırmakla hayatın sanki dışına itileceğini düşünen karakter, hikâyenin devamında o deniz otobüsünü yakaladığında da içerideki diğer yolcular tarafından –alkışlar eşliğinde– bir kahraman gibi karşılanır ya da o artık öyle görüyordur. “Nefes nefese kalmış bir halde kapıdan girdiğim anda içeride müthiş bir alkış patladı. Gözlerimi kısarak yan yana ve arka arkaya dizilmiş koltuklarda oturan ve bana bakarak kendilerinden geçmiş bir halde alkışlayan yolculara baktım. Kimisi ayağa kalkmış alkışlıyordu, kimisi ıslık çalıyordu. Ne yapacağımı şaşırmış bir halde karşımda coşkuyla beni kutlamakta olan kalabalığa bakıyordum. Bu bir tür şaka olmalıydı. Ancak kimse gülmüyordu.” Günlük hayat “koşuşturması”nda herkesin en azından bir kere kendini içinde bulduğu bu kedi-fare oyununu ve o sırada hissedilenleri başarılı bir şekilde dile getiriyor Hakan Bıçakcı. Günlük hayat içindeki benzeri ayrıntılarda odaklanarak, o anların gelgitlerini, sıkıntılarını, sapmalarını hikâye ve romanlarının merkezine yerleştiren Bıçakcı’nın eserlerinde her daim hissedilen gerilim unsurlarını etkileyici bir şekilde kullanmasının sırrı da burada yatıyor. Yazarın yine bu hikâyeden yola çıkarak genelleştirilebilecek diğer bir özelliği de, şehirdeki yaşamlardan besleniyor oluşu; büyük şehirlerde yaşayanların daha derinden hissettikleri yalnızlık, yabancılaşma, tedirginlik hikâyelerin ve romanların hep omurgası konumunda… Aslen romanlarıyla ön planda olan Hakan Bıçakcı’nın hikâyelerini bir araya getirdiği Ben Tek Siz Hepiniz kitabı, yazarla ilk kez tanışacaklar için –barındırdığı çeşitlilik nedeniyle– iyi bir başlangıç kitabı olabilir. Bıçakcı’yı ilk romanından bu yana takip edenler için de, romanlarından aşina olduğumuz temalarını hikâyeler özelinde izleme olanağı sağlıyor.
Ben Tek Siz Hepiniz, aslında hem bir yeniden basım hem de yeni bir kitap. Bilindiği gibi Hakan Bıçakcı’nın kitapları Oğlak Yayıncılık tarafından yayımlanıyordu, ancak son romanı Karanlık Oda’yla birlikte kitapları İletişim Yayınları’nca basılmaya başladı. Yeni kitabının yanı sıra daha önce çıkmış kitapları da sırasıyla İletişim Yayınları tarafından art arda yayımlandı. Bu basımlar içerisinde Ben Tek Siz Hepiniz’i farklı kılan; yazarın daha önce hikâyelerini bir araya getirdiği Bir Yaz Gecesi Kâbusu kitabındaki hikâyeleri içermekle birlikte, bunlara yeni hikâyeler de eklenerek –genişletilerek– ve fark edileceği gibi adı değiştirilerek yayımlanmış olması. Bu durumun ticari bir oyun olduğu, önceden yayımlanmış bir hikâye kitabına birkaç ekleme yapılarak yeni bir isimle, sanki “yeni bir kitapmış gibi” sunulması doğrultusunda eleştiriler getirilebilir, ancak Ben Tek Siz Hepiniz, gerçekten de “yeni bir kitap.” Önceden yayımlanmış hikâyelerin arasına yeni eklenenler, bir bütün olarak kitabı yenileştirmiş denebilir. Örneğin “Evrak Çantası” hikâyesindeki Hamit Özata’yı önceki kitaptan, Bir Yaz Gecesi Kâbusu’ndan da tanıyoruz. Valiliğin evrak bürosunda yaklaşık on beş yıldır memur olarak çalışan ve zamanla bir organına dönüşmüş olan siyah evrak çantasıyla oradan oraya evrak taşıyan Hamit Özata, yeni kitaptaki yeni bir hikâyede, üstelik “Evrak Çantası” hikâyesinden hemen soraki hikâyenin (“Silahlı Kuvvet”) başında yeniden görünüyor. Gözlüğünün üzerinden şöyle bir bakıp, “Yok ben zaten evrak dağıtmaya çıkacağım birazdan. Size afiyet olsun,” diyerek yeni hikâye kahramanlarının yanından ayrılıyor, yeni hikâyeden çıkıyor. Ancak bu tek cümlelik görünüş, hem iki hikâyeyi birbirine bağlamış hem de Hamit Özata’yı “yaşayan” bir hikâye karakteri haline getirmiş. Aynı durum “Silahlı Kuvvet” hikâyesinden sonraki “Karanlık Mesai” için de geçerli. Kısacası, ilk kitapta birbirine bir hayli uzak duran “Evrak Çantası” ile “Karanlık Mesai” hikâyeleri, aralarına giren yeni “Silahlı Kuvvet” hikâyesiyle hem birbirlerine yaklaşmışlar hem de kitabın bütünlüğü açısından hoş bir “müdahale” olmuş.
Ben Tek Siz Hepiniz’deki yirmi yedi hikâyeden on beşi Bir Yaz Gecesi Kâbusu kitabında daha önce yer almış hikâyeler; bir başka deyişle on iki tanesi de ilk kez kitaplaşmış durumda. Ben Tek Siz Hepiniz, yarı yarıya yeni hikâyeler içermesi bir yana, yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi, eski-yeni hikâyelerin bir araya getirilme “yöntemi” sayesinde bir bütün olarak yeni bir kitap niteliğinde. Okurken, bir yeniden basım olduğunu hissettirmiyor, hatta zaman zaman hangi hikâyenin yeni hangisinin daha önce yayımlanmış olduğunu anlamak zorlaşıyor. Bu muğlaklık dahi Ben Tek Siz Hepiniz’i başlı başına bir Hakan Bıçakcı kitabına dönüştürmüş. Bıçakcı’nın adımlarını hep huzursuz atan, yaşadıklarının rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu bir noktadan sonra kaçıran kahramanları gibi, bizler de bir noktadan sonra baştan sona yeni bir kitabı okur gibi okuyoruz Ben Tek Siz Hepiniz’i…
Taraf Kitap / Hasan Cömert / 14 Ekim 2011
Karanlıkta meydan okuma
‘Ben Tek Siz Hepiniz’i okumak soğuk, tekinsiz otel koridorlarında dolaşıyor hissi veriyor bir bakıma. Yaşanması da, okuması da, dinlemesi de rahatsız edici hikâyeler… Hakan Bıçakcı, ‘Karanlık Oda’da olduğu gibi öykülerinde de sayısız ayrıntıyı birbirine en olmayacak şekilde bağlıyor ve sadece bu ayrıntıların bir araya geliyor olması bile yeterince tedirgin ediyor okuyanı.
Bıçakcı, hikâyelerini beş bölümde toplarken (Ben Tek Siz Hepiniz, Çalışma Saatleri, Sakat İlişkiler, Ben Nerdeyim ve Bir Taraf karanlık) aslında varoluşsal bir toparlama yapıyor. Başlangıç, iş hayatı, ilişkiler gibi sıradan insan hikâyesi başlıklarını en sıra dışı şekilde doldurarak sıradan şeyleri farklı bir halde görünür kılıyor. Ve bunu yaşadığımız toplumun bütün normlarını, kurallarını unutturarak bazen de artı-eksi değerleri tersine çevirerek yapıyor.
‘Karanlık’ öyküsü örneğin; bütün mahallede elektrikler kesilir. Bir tek anlatıcının dairesinde kesinti olmaz. Apartmanlar, mahalle ve civarı karanlıktadır. İlk başlarda o da kesintiyi bekler. Herkes gibi onun da kesilecektir elbet. Ama ne kadar beklese de olmaz. Günler geçer, bir tek o aydınlıktadır. Kısa bir süre sonra bu durum onu huzursuz eder. Mahalleliden saklar aydınlığını. Herkes karanlıktayken dikkati çekmek istemez. Herkes karanlıktayken o geceleri aydınlıkta oturamaz. Ve sonunda o da ışıklarını kapatır, karanlıkta bulur huzuru.
“Görmediklerim tarafından görülme hissi saatler ilerledikçe keskinleşiyordu. Uykum gelip ışıkları kapayana kadar rahat bir nefes alamadım.”
‘Karanlık’ kitabın en etkili öykülerinden biri olmakla birlikte Bıçakcı’nın edebiyatını daha iyi anlamak için de önemli veriler taşıyor. Bıçakcı’nın huzursuz, tekinsiz hikâyelerinde vazgeçemediği öğe olan karanlık, burada huzuru getiren ana izleğe dönüşüyor. Çünkü, karanlık tam da onun edebiyatında böyle bir şey. Aydınlığın kendisi karanlık olurken, karanlık karanlık olmaktan çıkabiliyor. Asıl karanlık başkalarından geliyor çünkü. ‘Başka’ların oluşturduğu koca bir karanlık. Arkasından gelen ‘Promosyon Mont’ ‘Karanlık’ın hikâyesini devam ettiriyor bir şekilde. Gündelik yaşamda geçilen bütün yolların ve değişmez sanılan çizgilerin nasıl da basit bir şekilde – olumlu ya da olumsuz – alt üst olabileceğini gösteriyor. Yine ‘Karanlık Mesai’de karanlığı somut – metaforik ayrımına tabi tutarak derdini karşıtlıklar üzerinden anlatıyor.
Bıçakcı’nın edebiyatı için söylenen şeylerden biri de rahatsız edici olması. Ama sertlikten değil, ‘tuhaf’lıkları normale dahil eden bir rahatsız edicilik bu. (En yakın benzerlik Jens Lien filmleriyle kurulabilir belki de. Özellikle ‘The Bothersome Man’deki Andreas karakteri bir Bıçakcı hikayesine rahatlıkla sızabilir) Monolog, ikili ilişki, aile, ofis, mahalle hiç fark etmiyor, hepsinde bir çıkıntı var. Gün içinde karşılaştığımız ‘normal’liklerin hiç de normal olmadığını hatırlatan çıkıntılar. Dışa doğru açılırken içeriye batan, rahatsız eden hikayeler haliyle. Absürt, tuhaf tanımlamaları ise sadece paketin kendisi. Paketin içinde tüm bu akıl dışılık, karşıtlıklar, tesadüfler, gerçeğin bozulmuş hali Bıçakcı’nın dilinin parçası oluyor. Kitapta, bu absürt ya da tuhaf olaylar belirgin bir şekilde ‘Çalışma Saatleri’nde bir adım daha öne çıkıyor, keza, iş yaşamının dayanılmaz ayrıntıları devreye giriyor. Evrak çantaları, klasörler, öğlen tatili, sunumlar, yemek paydosu, çalar saat, rutin… Bıçakcı, Çalışma Saatleri’nde başkarakterin dışındaki her şeyi yabancılaştırarak, her daim tetikte olma hissini kuvvetlendiriyor ama hikâyelerin bitişlerini de tam tersine, bir bırakış, üç nokta misali yumuşatıyor, sona ermeden de sonlandırıyor.
Dokunaklı ve kasvetli hikâyelerin toplandığı ‘Sakat İlişkiler’de ise, yaşamımızın büyük yer kaplayan bölümünü dakikalarla özetleyebiliyor. Örneğin ‘Rande vu’da bekleyiş ve ayrılışa dair yarımşar sayfalar bir ilişkinin tüm ağırlığını hissettiriyor.
“İşte bu baş döndürücü görüntü karşısında huzur içinde ölebilirdim. İnsanın aşık olduğu kişinin kendisini bekleyişini izlemesi harika bir şey. Biliyorum, bu pek rastlanacak bir manzara değil. Çünkü o seni beklerken, sen orada olmazsın. Orada olduğundaysa, artık seni beklemiyordur.”
Biçimsel denemeler her hikayede hikayenin parçası haline geliyor ama gerçek olaylara dayandığı notu düşülen ‘yalan’da okuyucu da hikayeye dahil oluyor ve yalanı karakterlerle birlikte yaşıyor. Kelime oyunları arasında yalan, yalan olmaktan çıkıyor ve okuyucu yalanın ‘sakat ilişkiler’deki tanımını değişik açılardan ya da hep aynı köşeden görmüş oluyor. Yalan, gerçek, gerçek yalan, yalana dönüşen gerçek… “Bazen her şey bu kadar basittir işte. Yalan da basit bir mevzudur. Fazla ciddiye almamak gerekir. Çünkü gerçek diye bağrımıza bastığımız hiç bir şey, gerçek falan değildir…”
Bıçakcı’nın hikâyelerindeki ruh hali gibi değişmeyen bir şey de kelimeleri. Okuyucu; ‘karanlık’, ‘kusmak’, ‘rüya’ gibi kelimelerle, farklı hikâyelerde çokça karşılaştığı gibi her karşılaşmada başka anlamları da karşısında buluyor. Bu ilk bakışta, biçime dair bir fark olarak algılansa da aslında Bıçakcı’nın yapmak istediği şeyin özünü oluşturuyor. Tek bir kişi ve onun karşısında değişen, önünü tıkayan/açan, yolunu saptıran, ona yön veren, onu mahveden ya da tam tersi olan her şey; insanlar, hayvanlar, meslekler, eşyalar, kelimeler, doğa, teknoloji evler, oteller vs. Her şey değişebilir.
Buradan kitabın adına ve genel olarak hikâyelerin toplamına bakmak gerekirse; ‘Ben Tek Siz Hepiniz’, daha çok erkeklerin çocukken tecrübe ettiği, çocuklukta genellikle oyunlarda ağızdan çıkan bir meydan okumadır. Ve hayat boyu da sürer bu meydan okuma hali. Hava atma, öç alma, karşındakini ezme, var olma… Hepsi aynı söz öbeğinde toplanır. Sihirli dört kelime… Çocuklukta söylenen çocukça bir laf atma hayatın kendisine dönüşüyor ister istemez. Bıçakcı’nın hikâyeleri de toplamda bu meydan okumayı etkili bir şekilde gösteriyor. Hatta her hikâye, başındaki alıntıların kanıtı olarak bile okunabilir.
Star Kitap / Melek Peköz / 13 Ekim 2011
Karanlıkta meydan okuma
Türkçenin en verimli genç yazarlarından biri Hakan Bıçakçı. Onun apartmanlarını tanıyıp sevenler muhakkak son öykü kitabı Ben Tek Siz Hepiniz’e de hak ettiği ilgiyi gösterecektir.
Hakan Bıçakcı’nın İletişim Yayınları’ndan çıkan tedirgin edici, gerilimi bol bir yandan da yüzünüzde gülümsemelere neden olan son öykü kitabı Ben Tek Siz Hepiniz’in öncesine baktığımızda genç yazarın külliyatı oldukça dikkat çekiyor. Romantik Korku, Rüya Günlüğü, Boş Zaman, Bir Yaz Gecesi Kâbusu, Apartman Boşluğu ve son romanı Karanlık Oda (2010) Bıçakcı’nın karanlık sularda dolaşıp yazdığı kitaplar. Ben Tek Siz Hepiniz’in 27 öyküsünden 15’i -gözden geçirilmiş olarak- Bir Yaz Gecesi Kâbusu adlı kitabından (Oğlak Yayınları, 2005) gelirken, diğer öyküler ilk kez kitaplaşıyor.
Ben Tek Siz Hepiniz’in, bir şekilde yalnız kalmış ve çoğunluğu karşısına almış olan ilk öykülerinin kahramanları giderek daha da ilginç kahramanların karanlık öykülerine bırakıyor ve son öykülerine doğru giderek okuyucu şaşırtıyor. Fiziksel değil ama ruhsal olan acıya yenilen ve cinnet geçiren boksör, ısınmak için takımına ihanet eden yaşlı amigo, evrak çantasında kesik işaret parmakları taşıyan devlet memuru, sevgilisinin bekleyişini izleyen âşık, İstanbul’da ocakbaşında ninjalara karşı örgütlenen bekçiler…
Misafir oturmaları, kadın günleri, kurabiyeler, börekler, çaylar ve zehirli kesme şekerler…
Misafirlerini beklemekte olan Melek Hanım’ın, Melahat Hanım’ın kronik memnuniyetsizliği için hazırlanma telaşı… Genç bir kadın olmaktan daha zor olanın, yaşlı bir kadın olmak ve yine her zaman seyrediliyor ve görünüyor olmanın sıkıntısından kurtulamamak olduğu…
“Kendini Melahat Hanım’ın beğenmeyen gözleriyle gördü. Kötü kötü baktı aynaya. Kabarık saçlarını daha da kabarttı. Beğenmedi, biraz daha… Melahat Hanım’ın kronik memnuniyetsizliğine meydan okuyan bir hindi gibi kabardı aksinin karşısında. Birer çizgi kadar ince olan dudaklarının sınırlarını kahverengi kalemle genişletti. Kahverengi çizginin ortasını cart kırmızı rujla doldurdu. Dudaklarını önce birbirine sürterek içine çekti, sonra büzerek dışarı uzattı. Aynaya baktı. Sadece dudakları ve saçları vardı. Yüzünün geri kalanını tamamlamak içinse rimel, göz kalemi, far ve allığa ihtiyaç vardı.” Bıçakcı’nın hikâyelerinden Misafirperest’i okurken, kendimizi Melek Hanım’ın gümüş işlemeli zarif şekerlik maşası ile çayımıza zehirli kesme şekerlerinden koyarken buluyoruz.
Ölüm insanın belki de en kabullenemeyeceği kavram, ancak ve ancak ölümü içselleştirdiğimiz vakit bu içselleştirme ile birlikte var olabilmeyi sürdürür gibiyiz. Böylelikle yaptığımız şey aslında hem ölümü hem de yaşamı seçmek oluyor. Kendi cenaze merasimine katılabilmek mümkün müdür? Yapılacak bir eşek şakası ile neden olmasın? İkinci Hayat adlı hikâyede ölümün, yaşam üzerinde yarattığı gerilime tanık oluruz. “Adam şaşkın şaşkın bir bana bir de fotoğrafa bakmıştı. ‘Cenaze için,’ demiştim. Bakışları iyice garipleşmişti. Bu gidişle yetiştiremeyecektim fotoğrafları. Tekrar ettim: ‘Cenaze için. Biraz acele ederseniz iyi olur. Çok az zamanım kaldı.” Gözleri kocaman olmuştu fotoğrafçının.’” Hikâyemizin kahramanı hem yaşamayı hem de ölmeyi seçerek, sadece ölümün geriliminden kaçar.
Bıçakcı belirsizlikleri, rüyaları ve aslında bilincimizin altında gizlenmiş ve ortaya çıkmak için fırsat kollayan tüm düşüncelerimizi giderek karanlık bir atmosfere de bürünen öyküler aracılığıyla önümüze sunuyor. Bıçakcı’nın hikâyeleri, bir yandan gündelik hayatın sinir bozucu detaylarına, bir yandan da gerçekdışı hallerin yaratmış olduğu bulanıklıklar ve belirsizliklere yaslanırken tedirgin edici ve zevki de bu tedirginlikte olan heyecanlı bir okuma olanağı tanıyor. Bastırdıklarımız, görmezden geldiklerimiz, yüzeye çıkmasından kaçındıklarımız kısacası kendi çirkinliklerimiz olarak algıladıklarımız ile iç içen geçen rüyalar aracılığıyla yüzleşirken, zaman ve mekân algımız da bu hikâyelerde alt üst ediliyor. Bütün hikâyelerin açılışlarını yapan birçok epigraftan sadece bir tanesi olan William Blake’in sözleri de bunu destekler nitelikte: “Eyleme dönüşmeyen arzu, ruh bozukluğuna yol açar.”
Hayatımızda öylece var olduğuna inandığımız artık gözümüze takılmayan ve üstüne düşünmeye bile gerek duymadığımız her şeyin, her detayın Hakan Bıçakcı tarafından bir gerilim unsuru olarak hikâyelerine konu olması ve bu yolla karşımıza çıkması an meselesi gibi. Bıçakcı’nın hikâyelerinden Paranormal Domates, üç dilim domates ve bir yudum suyun yaratmış olduğu merak ve korkunun bizde de paniğe yol açmasına neden olurken, kahramanımızın çatalın ucuna bakmamak için harcadığı çabayı biz de verirken yine aynı şekilde merak etmekten kendimizi alamadan son bir bakış fırlatırken buluyoruz.
Unutmadan, Bıçakcı apartmanlarını ve onların kahramanlarının hikâyelerini sevenler için ya da ilk kez bu apartmanlara adım atacak olanlar için öykülerimizde ninjaların tırmandığı apartmanlar da mevcut. Ben Tek Siz Hepiniz’in 27 kısa öyküsünde, yalnız ve yaşlı bir kadından, İstanbul’da yaşayan ninjalara kadar uzanan kahraman çeşitliliğinde herhangi bir sıkıntımıza hem de oldukça fantastik bir şekilde ortak olacak kahramanı bulmak güç değil. Son olarak, kitabımızın en başında yer alan ilk epigrafa da yer vermekte fayda var: “Başımızdan geçen hikâyelerle, kafamızdan geçen hikâyeler arasında hiçbir fark yoktur.” R. L. Stevenson
Taraf / Pakize Barışta / 20.11.2011
Hakan Bıçakcı’dan: ‘Ben Tek Siz Hepiniz’
Edebiyat, an’ın içinde akıp giden farklı zamanlara nüfuz ederek, onları aynı okuma zamanı içinde yeniden canlandırır (renaissance), hatta yeniden dirilişlerini (résurrection) sağlar. Bu an içinde yaşanan farklılıklardan bazıları da, insanı insan yapan hasletlerdir. Edebiyat, bunun için de vardır. İnsanı (bireyi) çoğaltır; hasletlerinin altını çizerek çoğaltır; adeta hatırlatır onları.
Düzenin ana tembihi (ideolojik ana belirlemesi) tabii ki düzüne yaşamamız doğrultusundadır. Yani düzgün, düzenli bir etik yaşamın içinde soyutlama kabiliyetimizin de, –tabir caizse– düz bir çizgi içinde yer almasını; hayatı adeta kabuklaştırarak kabul etmemizi, görünürdeki gibi –olduğu gibi– kavramamızı öğütler –aslında bir tür emreder–.
Ama edebiyat, düzüne yaşamanın ve algılamanın karşısında durur. Hakan Bıçakcı’nın edebî yolculuğunda da böyle bu. Yeni yayımlanan Ben Tek Siz Hepiniz adlı hikâye kitabında, insanı insan yapan hasletlerden biri olan ‘homo politicus’luk, onun bu edebî yolculuğu içinde daha fazla yer almış görünüyor bence.
Bir şaşırtma efekti uzmanı olan Hakan Bıçakcı’nın itibar ettiği fantastik anlatım aurası ve tarzı, bu hikâyelerde hayatın doğal edebî söylemiyle buluşuyor daha çok; doğal olanın kavranışıyla, doğal sayılmayanın kavranışı arasında sıkışmış bir huzursuzluk… Yazar, düzüne gelişen bir hayatı çözebilecek –o da nispeten– bir ‘fantezinin cesareti’ ile yüzleştiriyor okurunu.
Bu yüzleşmenin derinliklerinde bir tür korku var –ki, insanı insan yapan hasletlerin en önemlilerindendir–. Hakan Bıçakcı’nın fantastik anlatımının derinliklerinde de varolman yola çıkıştır bu aslında. Korku insani bir duygudur zaten. Ve doğaldır.
Doğal olmayan ise fantastik bir hayat yorumudur. Kolaylıkla –yazarın da işaret ettiği gibi- ejderhalaşabilir; yani bu düzenin insanı, korkusunu -şayet taşıyorsa- hayatının dışına savurabilir.
Oysa Hakan Bıçakcı, kullandığı edebi fantezi içinde korkuyu ejderhalaştırmak yerine, insanileştirmeyi başarmış bir yazar bence.
“Son dönemecin sağındaki geniş toprak yokuşun, sırtüstü yatarak ellerini ayaklarını mekanik hareketlerle kımıldatan çıplak bebeklerle kaplı olduğunu gördüm. Patika, bebeklerden örülmüş pembe bir yorganla örtülüydü sanki. Bu manzara karşısında süratle gevşeyen kollarımdan sıyrılan ilk rastlamış olduğum bebek tok bir sesle asfalta düştü. Gittikçe yavaşlayan hareketlerle biraz kımıldadı, sonra kasılıp kaldı. Onun bu hali gittikçe hissizleşen içimi burkmuştu; fakat ölümün kucağında o kadar çok bebek vardı ki, bu minik ölüm beni pek sarsmamıştı. Zaten hepsini kurtaramayacağım ortadaydı. Kucağımdan kayan diğer iki bebeği son anda yakaladım. Şiddetle ve kontrolüm dışında sarsılan kollarımı zaptederek düşmelerini engellemeye çabalıyordum.” (Ben Tek Siz Hepiniz / Dikkat Bebek Var!)
Ben Tek Siz Hepiniz, okuru şaşırtıyor, yer yer tedirgin ediyor, onu ters köşelere savuruyor, kararsız bırakıyor.
Moderniteye ait bir sürünün içinde yaşayan, onun bir üyesi olan insanın bu modern sürüden şikâyetçi olanların, zihnen sürüden kopunca bir tür bunalıma girmelerinin hınzırca edebi tetikçiliğini gerçekleştiriyor yazar. Bu bir ters köşe hınzırlığıdır işte! “Sallanırken boşluğa takılmış salıncak”tır.
Hakan Bıçakcı, işine (hikâyelerine) sıradanmış gibi cümlelerle başlıyor; sıradan sokak insanları, sıradan durumlar, sıradan yorumlar, sıradan detaylar… usulca çıkıyor yola… sonları ise müthiş kreşendo bir gelişme göstererek fırtınalar estiriyor, çıkmazlar, kabuslar sunarak hınzırca bir sarsıntı yaratıyor okurunda. Aynı zamanda çok ince bir ironi ile bir tür hesaplaşma gerçekleştiriyor zihnimizde. Teşbihlerin hep başka bir manası var bu yazarda:
“Kendisinden kötü durumda olan insanlarla ilgili kaza, hastalık, tecavüz, cinayet, cinnet, açlık, yangın, deprem, sel, çığ, işkence, çatışma, terör, savaş haberlerini dinlerken kulübe biraz olsun genişler gibi olur. İçeri temiz hava girer. Gecenin yoğun karanlığında titreyen ışıklar belirginleşir. Sıra kendisinden iyi durumda olan insanlarla ilgili tatil, seyahat, davet, servet, piyango, kutlama, sosyete haberlerine geldiğindeyse kulübe dört bir yandan daralıp Mahmut’u üzerine dar gelen bir ceket gibi sıkmaya başlar.” (Ben Tek Siz Hepiniz / Karanlık Mesai)
Ben Tek Siz Hepiniz, korkunun, endişenin, güvensizliğin; uzağımızda tutsak da, tutmaya çalışsak da, görmezden gelsek de, aslında benliğimizin ve hayatımızın bir parçası olduğunu fantastik bir dille kavratmaya çalışıyor.
Hakan Bıçakcı önemli bir yazar. Yazısına hak ettiği ilginin gösterilmediğini düşünüyorum.
Bant / Zeynep Ocak, Melikşah Altuntaş / Aralık 2011
Tekinsiz atmosferlerin yaratıcısı Hakan Bıçakcı
TÜRKİYE EDEBİYATININ SON YILLARDAKİ EN KAYDA DEĞER İŞLERİNDEN BİRKAÇINA İMZA ATMIŞ OLAN, ROMAN VE ÖYKÜ KİTAPLARINI YAKINDAN TAKİP ETTİĞİMİZ HAKAN BIÇAKCI’YA, YENİ ÇIKAN ”BEN TEK, SİZ HEPİNİZ”İ VE DİĞER AKLIMIZA GELENLERİ SORDUK.
GEÇTİĞİMİZ YILSONUNA YETİŞEN KARANLIK ODA İLE TEKİNSİZ ATMOSFERLERE SAHİP, RÜYA İLE GERÇEK ARASINDA GİT-GELLER YAŞAYAN, MÜNZEVÎ VE HUYLU KARAKTERLERLE DOLU ROMANLARINDAN BİR YENİSİNE İMZA ATAN BIÇAKCI’NIN ESKİ VE YENİ ÖYKÜLERİNDEN HARMANLANAN SON KİTABI “BEN TEK, SİZ HEPİNİZ” İLETİŞİM YAYINLARI’NDAN ÇIKTI.
Geçtiğimiz ay yayınlanan son kitabın “Ben Tek Siz Hepiniz”, yazdığın yeni öykülerin yanı sıra, “Bir Yaz Gecesi Kabusu”ndaki öykülerin elden geçirilmiş verisyonlarını da kapsıyor. Eski öykülerini tekrar gözden geçirme tecrübesi nasıl bir şeydi?
Süreci şöyle özetleyeyim. 2010 sonunda “Karanlık Oda” romanıyla birlikte İletişim Yayınları’na geçtim. “Karanlık Oda”nın ardından daha önce Oğlak Yayınları’ından çıkıp baskısı tükenmiş olan kitaplarımı yeniden bastı İletişim. Eski romanlar hızlıca gözden geçirilip yeni kapaklarıyla yeniden basıldılar. Sıra 2005’te çıkmış olan öykü kitabım “Bir Yaz Gecesi Kâbusu”na geldiğinde aynı dosyayı vermek istemedim yayınevine. Elimde bir sürü yeni öykü vardı. Görece yeni bir kitap olsun istedim çıkacak olan. Yenilerin yanına “Ben Tek Siz Hepiniz”in ruhuna uygun olabilecek eski öykülerden de bir seçki yaptım. Bu eski öykülerin bazı bölümlerini yeniden yazdım.
Eski öyküleri yeniden gözden geçirme süreci ilginçti. Kafaca anlaştığım bir yazara editörlük yapmak gibi bir şeydi.
Bir karakter ya da bir hikâye fikrini, öyküye mi romana mı dönüştürme kararını nasıl veriyorsun?
Öyküyle roman arasındaki en temel fark “ayrıntı” denen şey sanırım. Bazı konular ayrıntılandıkça derinleşerek bir kuyuya dönüşüyor zihnimde. Odağı genişletmeden konuyu derinleştirmeye çalışıyorum. Yeteri kadar derine inebiliyorsam bu bir roman konusudur benim için. Bazı konular da özet haliyle daha çarpıcı oluyor. Derinliğini kendi içinde konsantre bir biçimde saklıyor sanki. Ayrıca kazıp deşmeye gerek olmuyor. Bu da öykü konusu oluyor.
Özellikle “Karanlık Oda” ve “Apartman Boşluğu”nda, okuyucularının iç dünyasına dair sıkıntıları ve yaşadıkları bunalımların sırrına vakıf olmuş gibisin. Çoğu da gündelik hayata dair, ufak detaylar üzerinden doğan sıkıntılar… Sence, alışveriş merkezlerinde çalan şarkılar, durak dışında yolcu indirmeyen otobüsler, yalnızca düğünlerde karşılaşılan yapmacık coşkular gibi görmezden gelinen sinir bozucu detaylar, senin kahramanlarını neden bu kadar ilgilendiriyor?
Sinir bozucu gündelik detaylarla örmeye çalışıyorum romanların atmosferini. Kahramanlar aslında bu tip yolculuklara çıkmaya meraklı ve hevesli tipler değiller. Bu karanlık yollara girmeye mecbur kalıyorlar bir şekilde. “Karanlık Oda”nın kahramanı vücudunda izler bulmaya başladığında bunların üzerinde durmuyor önce. “Rüya Günlüğü”nün kahramanı Haluk rüyasında başka bir hayatı dikizlemeye başladığında çok da rahatsız olmuyor. “Apartman Boşluğu”ndaki Arif duvardan sesler gelmeye başladığında çok da etkilenmiyor ilk başta. Yani kahramanlar macera aramıyorlar aslında bir tuzak gibi etraflarını saran sinir bozucu durumlara yavaş yavaş kapılıyorlar.
Kişinin kendisiyle kavgasının gerilimine en büyük katkıyı, bilinçaltı ve rüyalar yapıyor romanlarında. İnsan psikolojisine ve onun yaratılarına yoğunlaşmak, romanlarının kurgu sürecinde aldığın kararlar mı oluyor? Yoksa yarattığın hikâyeye eşlik eden bir eğilim mi bu?
Rüya bölümlerine gerçek olayın arasına giren fanteziler gibi yaklaşmıyorum. O bölümler istediği kadar doğaüstü olsun, en az diğer bölümler kadar konuya hizmet ediyor aslında. Yani rüya bölümlerinde gerçeklikten kopsak da romandaki akıştan ve öyküden kopmuyoruz. Bazen en mantıklı açıklamalar en saçma sapan rüya anlarında gizli oluyor.
*Genel olarak kahramanlarını, alışılmışın dışında meslekler icra eden ve çoğunlukla yaratıcı eğilimler taşıyan kişilerden seçiyorsun. Bunun özel bir nedeni var mı?
“Karanlık Oda” ve “Apartman Boşluğu” romanlarında meslekler hayati önem taşıyor. Bütün kurgu bu meslekler üzerine kurulu. İki romanda da bir tür sanatçı tıkanması mevzusu var. Biri eve kapanıp istediği gibi beste yapamayan bir müzisyen. Diğeri ilk kişisel fotoğraf sergisini açmak için yeni fikir arayışıyla kendini yiyen bir fotoğrafçı. Yaratıcılığın bir tür sorunsala dönüşmesi, sanat eserinin iyiliği için olanın eser sahibinin kötülüğüne dönüşmesi söz konusu.
Diğer romanlardaki meslekler bu kadar hayati değil. Zaten bunlar yaratıcılıkla bağlantılı meslekler de sayılmaz. “Boş Zaman”daki meslek daha çok kötü bir şaka gibi. Hafızası kayıp bir tarih hocası… Bu meslek roman kahramanının geçmişine akademik bir boğuculukla bakmasına da zemin hazırlıyor. Karakterin pek evden çıkmadığı klostrofobik bir roman olan “Rüya Günlüğü”ndeki meslekse yüzeysel bir karakter olan Haluk’u eve bağlamak için aklıma gelen en uygun işti. Ekonomi dergileri için makale çevirisi…
Psikolojik-gerilim türündeki romanlarında da, daha farklı janrları zorlayan öykülerinde de sürü psikolojisiyle inceden bir alay, toplumsal alışkanlıklar üzerinden örtük bir taşlama hissediliyor. Yazdıklarının içinde mizah önemli bir rol oynuyor mu sence?
Bence bir mizah boyutu var. Daha çok kara mizah sanki. Ya da absürdün komikliği… Yazacaklarımı hemen her ayrıntısıyla önceden planlıyorum ancak bu mizahi bölümler daha doğaçlama bir biçimde ekleniyor. Yazarken çıkıyorlar. Dozu da çok önemli tabii. Bir sürü mizahi ayrıntıyı atmosferin dengesini bozacağı, yükselen tansiyonu düşüreceği için eliyorum.
Genellikle romanlarında kulladığın janrın dışına çıkmak gibi bir planın var mı? Günün birinde bir Hakan Bıçakcı karakterinin aşk hikayesini okur muyuz örneğin? O aşk da karanlık olur mu ya da?
Şimdiye kadar kendisiyle “ilişki durumu karışık” karakterleri anlatmayı denedim. Tek kişi üzerinden komplike bir aşk ilişkisi matematiği kurmaya çalıştım aslında. Kendisiyle tanışan, tartışan, kendisini aldatan ve terk eden karakterler… Şizofrenik durumlar. Bu nedenle işin içine geleneksel anlamdaki aşk girmemeliydi. Ayrıca sevgililer başka tutkularla araya giren parazitlerdi ve onlardan kurtulmak gerekiyordu. Daha iyi beste yapmak veya daha iyi fotoğraf çekebilmek için…
Şimdiye kadar farklı konuları ve tezleri çok benzer atmosferler ve karakterler üzerinden anlatmayı denedim. Bu bilinçli bir tercihti. Bu ara bu türün dışına çıkan bir roman üzerinde çalışıyorum. Bambaşka bir karakter, nispeten farklı bir atmosfer…
Bazı istisnaları dışarıda tutarsak “aşk” temasını çok gıcıklandırılmış ve hazır kalıp olarak görüyorum. İlgi garantili konu. Din sömürüsü gibi bir şey yani. Anlatmak istediğim şeye gerçekten hizmet edecekse tabii ki aşk boyutunu da eklerim romana. Ama böyle kendi acısını çok seven ruh halleri içindeki karakterler üzerinden aşka dair büyük laflar eden, bastırılmış cinselliği ilahi aşk veya tutku diye yücelten zırvalıklardan bahsediyorsanız… Bir gün böyle bir şey yazmaya kalkarsam, bitiremeden ölmeyi dilerim.
Romanlarına geriden bazı şarkılar eşlik ediyor sanki. Senin de yazarken duyduğun şarkılar var mı? Romanlarınla eşleştirdiğin gruplar? Müzik ne kadar işin içinde?
Şahsen fanatik bir müzik dinleyicisiyim. Takıntılı bir biçimde dinlediğim ve takip ettiğim bir sürü grup var. Örnek vermek gerekirse eskilerden The Smiths, Joy Division, Bauhaus, Pulp, Suede; yenilerden The National, Editors, The Horrors, The Strokes, White Lies, Elefant…
Ancak bu grupların çok sevdiğim şarkıları için yazarken duyduğum şarkılar diyemem. “Apartman Boşluğu”nda karakter müzisyen olduğu için müziğin daha çok rolü vardı. Ancak buradaki müzik daha teorik bir şeydi. Özgünlük paranoyası için bir zemindi. “Karanlık Oda”nın kahramanıysa yeni sınıfına tutunabilmek için sevimsiz bir hırsla, adeta görev gibi bu indie grupları dinliyordu.
Yani müziği Nick Hornby’nin “High Fidelity”sindeki gibi, olduğu gibi romanın fonuna koyduğum bir çalışmam yok. Müzik daha çok bir metafor olarak, saptırılmış bir şey olarak var yazdıklarımda.
Sinematografik kurgusundan ötürü “Karanlık Oda”dan nefis bir film çıkacağını düşünenler çok. Böyle bir niyet var mı? Ya da böyle bir teklif gelse senaryolaştırmayı düşünür müsün?
“Karanlık Oda” görsel yönü ağır basan bir metin gerçekten de. Olayları fotoğrafçı gözünden görmemizden kaynaklanan bir kadraj hissi var baştan sona. Bu konuda bazı girişimler oldu. Hatta bu süreçte “Karanlık Oda”yı bir yönetmen arkadaşla kafa kafaya verip senaryolaştırdık bile. Ancak finansal sebeplerden dolayı şimdilik rafa kaldırdık projeyi. Hayırlısı…
Sinemaya meraklı olduğunu, film festivallerini yakından takip ettiğini biliyoruz. Her filmine kefil olduğun yönetmenler ya da son dönemde izlediğin ve çok sevdiğin bir şeyler var mı?
Tabii ki var. Son dönemde beni benden alanlar; Giorgos Lanthimos’un “Köpekdişi”, Asghar Farhadi’nin “Bir Ayrılık”, Lee Chang-dong’un “Şiir”, Kim Ji-woon’un “Şeytanı Gördüm”, Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” ve Bong Joon-ho’nun “Ana” filmleri oldu. Her biri başyapıt bence.
Özellikle İletişim Yayınları’na geçtiğinden beri yeni çıkan ve yeniden basılan tüm kitaplarının kapak tasarımları bir harika. Sen bu tasarım sürecinin ne kadar içindesin?
Teşekkür ederim. Sürecin son derece içindeydim. Kapakları beş küsur yıl birlikte çalıştığım dostum Koray Ekremoğlu tasarladı. Her kapak için birlikte oturup neler olabileceğini konuştuk. Kapak içeriğe dair çok net bir şey söylemesin ama atmosfere dair bir şeyler hissettirsin istedik her seferinde. Sade görseller karmaşık durumları işaret etmeliydi. Fikirleri birlikte bulduk. Koray uygulamaya geçtiğinde kendinden bir şeyler katarak hep ilk bulduğumuz fikri daha ileri götürdü. “Fazla sade”, “fazla ürkütücü”, hatta “itici” diyenler de var ama bence de kapaklar iyi oldu.
Cumhuriyet Kitap / Erdem Öztop / 3 Kasım 2011
Hakan Bıçakcı’yla ‘Ben Tek Siz Hepiniz’ üzerine
Hakan Bıçakcı bu kez öykü kitabıyla okurlarının karşısında. Ben Tek Siz Hepiniz adlı kitabının tanıtımında “tuhaf” hikâyeler okuyacağımız belirtiliyor bizlere. Okuduğumuzda da anlatılanların yaşantımızda ne kadar da olağana doğru kaydığını görüyoruz. Saplantılı, kuşkulu, ürkek bir hale dönüşen yaşantımızın biraz da yansımasını okuyacaksınız bu kitapta. Bıçakcı’yla Ben Tek Siz Hepiniz’i konuştuk.
Seni romanlarıyla tanıyan okurlarının karşısına bu kez öykü kitabınla çıkıyorsun. Gerçi bir öykü kitabın var ama Hakan Bıçakcı adı bize romanlarını hatırlatıyor. Neden sence? Senin bu işte bir payın olabilir mi?
Ben de kendimi öykücüden çok romancı olarak görüyorum. Bu öykü kitabını da romanları yazarkenki ruh haliyle yazmadım. Roman yazarken arka plandaki düşünceleri gizlemeye gayret ediyorum. Romanların tezlerini mümkün olduğunca derinlere gömmeye çalışıyorum. Bazı ayrıntıların işaret ettiği gerçekleri fark edilmeyecek kadar silikleştiriyorum. Ancak bu kitaptaki öyküleri böyle bir kaygıya kapılmadan yazdım. Her şey çok daha açık. Yani kafamda öykülerimle romanlarım ayrı yerlerde duruyorlar. Ve romanlar daha çok yer kaplıyor.
Şunu merak ediyorum aslında: Hakan Bıçakcı öyle kendini kategorilendiren bir yazar değil. Roman da yazıyor, öykü de… Belki daha başka türlere de kayabilir istese… Böyle bir kategorilendirmeye karşısındır zaten, değil mi?
“Karşıyım” demeyeyim ama anlamlı bulmuyorum gerçekten de. Kategoriler, türler genelde yazarlar için uzaylı kavramlardır zaten. Bir tür raf düzeni bu. Gerekli de tabii. Aşırı “profesyonel” değilsen yazarken türüne falan kafa yormuyorsun. Anlatmak istediğini en etkili biçimde kâğıda dökmeye uğraşıyorsun. Sonradan o nasıl olsa bir türe, bir kategoriye ait oluyor. Hiçbir türe ait olmasa postmodern türe dahil oluyor. Anarşistlerin bile bayrağı var. Siyah miyah ama bayrak işte. Kategorilerden kaçamayız.
Bu kitaptaki öykülerden bazıları o ilk öykü kitabına, Bir Yaz Gecesi Kâbusu’na ait… Ama en nihayetinde yeni bir kitap bu elimizdeki Ben Tek Siz Hepiniz! Ağırlıklı yeni öyküler yer alıyor…
2005’te Oğlak Yayınları’ndan çıkmış olan “Bir Yaz Gecesi Kâbusu”nun baskısı tükendi. Yayınevimi değiştirdiğim için yeni baskısı da olmayacak. Oradan tükenmesini istemediğim ve bu kitabın dünyasına uygun olduğuna inandığım bazı öyküleri seçip Ben Tek Siz Hepiniz’e dahil ettim. Bu eski öyküleri yeniden gözden geçirdim. Yeni öykülerle aralarında yeni ilişkiler kurmaya çalıştım. Sonra tüm öyküleri 5 ayrı bölüme ayırdım. İletişim Yayıncılık’a geçtikten sonra eski romanlarım yeniden basıldı. Ancak eski öykü kitabını yeniden bastırmak yerine yeni bir kitapla çıkmayı tercih ettim.
Kitap R. L. Stevenson’un, “Başımızdan geçen hikayelerle, kafamızdan geçen hikayeler arasında hiçbir fark yoktur,” sözüyle açılıyor. Demek ki, bu sözü sen de şiar ediyorsun… Bu teze karşı çıkan yazarlar da olacağını düşünerek neler söylemek istersin?
Kitapta her öykünün ayrı bir alıntısı var. Ama bu söz tüm kitabın alıntısı. Hepsinin üzerinde bir şemsiye gibi duruyor. Gerçekten de beni yazmaya iten bir yaklaşım bu. Sınırların bulak olmasını seviyorum. Resimde de, edebiyatta da… Sinemadaysa bu işin üstadı David Lynch… Yeni anlatılarda insanları iyi veya kötü diye ikiye ayırmıyoruz artık. Cennet ve cehennem gibi net iki alemden de bahsedemiyoruz. Başımızdan geçenlerle kafamızdan geçenlerin birbirene karışması da bu yeni anlatı geleneğinin bir uzantısı aslında.
Stevenson’un bu ifadesini, kitap içinde geçen “yalan2” adlı öykünün takdiminde geçen, “NOT: Bu öykü tamamen gerçek olaylara dayanmaktadır,” ifadesinden ayırmak gerekir, değil mi?
Daha çok sinemada kullanılan ve içten içe ticari bir kaygı barındıran bu kitch not ciddi bir açıklama değil tabii. Az sonra okunacak öykünün durumuyla dalga geçen ironik bir uyarı. O öyküdeki karakter her şeyi kafasından uyduruyor ve biz gerçekmiş gibi okuyoruz. Sonra bize yalan söylemiş olduğunu söylüyor çat diye. Bir anda bütün okuduğumuzun uydurma olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Sonunu merak ettiğimiz olayın başının yalan olduğunu öğreniyoruz. Bu da bizi tedirgin ediyor. Edebiyatın “uydurma” boyutuyla uğraşıyor bu öykü. Böyle bir anlatının başında o notu eklemek sinir bozucu bir biçimde cazip geldi bana. Normalde “Bu öykü tamamen gerçek olaylara dayanmaktadır” notunu sevmem. Bu, kurmacanın gücüne olan güven eksikliğinin işaretidir çünkü genellikle. “Bu olay gerçektir ona göre okuyun ha, öyle diğer öykülerdeki gibi uydurma değildir” der resmen. Ne ayıp.
Kitabın tanıtımında “tuhaf” hikâyeler okuyacağımız muştulanıyor. Okuduğumuzda da anlatılanların yaşantımızda ne kadar da olağana doğru kaydığını görüyoruz. Daha doğrusu ben öyle gördüm. Biraz saplantılı, biraz, kuşkulu, ürkek bir hale dönüşmüyor mu sence de yaşantımız?
Kesinlikle. Tüm tuhaflık olağan durumlardan, sıradan ilişkilerden, normal olandan kaynaklanıyor. Asıl tuhaflık da bu zaten. Bu konuda romanlardaki anlayışımı koruyorum. Öykülerde olağanüstü gibi görünen her türlü atmosferin dekoru olağan mobilyalarla oluşturuluyor birkaç istisna dışında. Bu denemenin en uç örneği de “Paranormal Domates” öyküsündeki dehşet figürünün tabakta duran üç dilim domates ve bir bardak su olması sanırım.
Sen de işte bu hali pür melalimizi ortaya koyuyorsun… Günlük haberlere, gazetelere, dizilere bakarsak…
Bunu sosyolojik tespitler silsilesine çevirmeden öykünün diline tercüme ederek yapmaya çalıştım. Gerçekten de hemen her öykünün günlük olayları eleştiren veya onlara gönderme yapan bir noktası var. Bazıları daha günlük bazıları nispeten zaman dışı temalar…
Biraz da o meşhur Truman Show gibi hikâyedeki atmosferler… Mesela “Telaş” adlı öykü… Kahramanın deniz otobüsüne yetişme anını televizyonlar yayınlıyor, deniz otobüsündeki halk olaya dışarıdan tanık oluyor. İnsan paranoyasını, psikolojinin geldiği durumları mı meselen haline getirdin, merak ediyorum?
“Ben Tek Siz Hepiniz” diye en çok bağıran öykülerden biri… Toplumun bir parçası olmak için koşturan bir adam var orada. Otobüsten inip deniz otobüsüne koşuyor. O arada tek başına ve sıkıntılı. Her şey bir video oyunu gibi. Tek başına kalırsa ölecekmişcesine koşuyor. Paranoyanın bir yaşam tarzı haline gelmesi gibi bir durum var öykülerin çoğunda.
Bir taraftan da “Silahlı Kuvvet” adlı öyküde de ölen bir kahramanın, nasıl öldüğünü kendi ağzından dinliyoruz…
Bu, tezi en açık öykülerden biri. Hatta iyice açık etmek için adını da “Silahlı Kuvvet” koydum. Köpekleri kaçırmak için kullanılan şu sinyal veren aletlerden satın alan bir adam var öyküde. Ancak aleti kullanmasına hiç gerek olmuyor. Yine de para vermiş olduğu için kullanmak zorunda hissediyor kendini. Çalışıp çalışmadığını görmek istiyor en azından. Ve kendi halinde uyuklayan sakin bir köpeği üstüne saldırtıyor. Durup dururken her yer kana bulanıyor. Bu kitaptaki bazı öyküleri arka plandaki düşümcemi açık etmekten çekinmeden yazdım derken bunun gibi öyküleri kast ediyordum. Romanda mesajın bu kadar açık olması beni rahatsız eder. Ancak kısa öykülere bu netliği yakıştırıyorum.
Biraz da mazoşistleşmeye yüz tutan insan profiline odaklanıyorsun. Kendisine duygusal işkence çektiren kahramanın var mesela; “Rande vu” öyküsü… Sevgilisini anbean izleyen, onun için acı çeken bir kadın yaratmak!.. Neler söylemek istersin?
Doğru. Kendine eziyet etmeyi yücelten insanlarla karşılaşıyoruz öykülerde. Bir tür sosyal mazoşizm… Bunlar içinde bulunduğumuz durumların biraz abartılarak veya soyutlanarak aktarılma denemeleri aslında. Mesela “Depresyon Fetişi”inde daha da psikopatça bir durum söz konusu. Bu öyküde karısının eskiden çekilmiş video görüntülerine bakıp bir ölüyü anar gibi ağlayan bir adam var. Hâlbuki karısı o sırada salonda kanlı canlı oturuyor. Bu, “seksenler partisi”, “doksanlar partisi” diye coşan kitlenin nostalji hastalığının biraz abartılmış versiyonu mesela… Sonra “Misafirperest” öyküsünde konukları için çay hazırlığı yapan yaşlı kadın da mozoşist. Tenkit edilme, beğenilmeme paranoyasından beslenen kahredici bir hamaratlığı var.
Söyleşinin son sorusu konuyu bağlamada alakasız kaçabilecek türden. Kitaptaki birkaç öyküde, 80’lerin efsane şarkısı “Big in Japan”a atıf var, özel bir sebebi var mı?
İki ayrı öyküde iki ayrı karakter, iki ayrı kafede, aynı şarkıyla karşılaşıyorlar kitapta. Bunun Big in Japan olmasının şöyle bir nedeni var. Big in Japan’in şarkı sözleriyle ilgili resmi olmayan iki ayrı yorum vardır. Bir yoruma göre şarkı Japonya sokaklarındaki uyuşturucu denemiyini anlatır. “Big”den kasıt kafanın güzelliğidir. Diğer yorum şarkının batıda tutunamayan sanatçıların Japonya’da patlaması üzerine olduğudur. Karakterler de aynı şarkının sözlerini ayrı ayrı yorumluyorlar. Biri ilk yorumdan haberdar ve diğer ihtimali düşünmüyor bile. Diğeri için de tek yorum ikincisi. İkisi de kendinden emin bir biçimde bizimle bilgisini paylaşıyor. Buradan da şu sonuç çıkıyor. Okur kitaptaki karakterlerin hiçbirine güvenmemeli.
SabitFikir (Odak Yazar Dosyası) / Meryem Çakır / 12 Ekim 2015
Karşılaşmalar
Ben Tek Siz Hepiniz, Hakan Bıçakcı’nın daha önce yayınlananları da içinde barındıran yirmi yedi öyküsünden oluşuyor. Bu öykülerin dayandığı ortak noktalar, kitabı beş bölüme ayıran başlıklar halinde karşımıza çıkıyor. Kimi zaman “sakat ilişkiler”le karşılaşılacağını haber veren, kimi zaman öykü karakterlerinin yalnızlığına işaret eden, kimi zamansa hayatımızda ne tarafın en karanlık olduğunu düşündüren başlıklar…
Bıçakcı, öykülerin başında çeşitli epigraflar kullanarak okuru hafifçe dürtüyor ve neyle karşılaşacağını incelikle kulağına fısıldıyor. Öykü okunduğunda, başta alıntılanan cümlenin büyük bir dikkatle seçildiğini ve öyküyle ne denli bağdaştığını görmek kaçınılmaz oluyor. Örneğin “Evdeki Uçak Uçaktaki Deprem” öyküsünün epigrafı olan Henri Bergson’un “İnsan zamanın içinde değil, zaman insanın içinde yaşar,” cümlesi, öykü karakterinin durumunu özetler nitelikte. Barındırdığı iç içe geçmiş rüyalarla Inception filmini hatırlatan öyküde, yalnızca rüya gören kişinin dünyası ve bilinci söz konusu ediliyor.
Kitabın ilk öyküsünde, tekerlekli sandalyedeki karısının felçli yüzüyle vitrin camında karşılaşan boksörün acısı ele alınıyor. Öyküde herhangi bir ayna yerine vitrin camı kullanılması, yansıma sırasında boksörün karısını cansız mankenlerle özdeşleştirmemiz açısından oldukça manidar. Metin akıp giderken boksörün seyircilere indirdiği darbeler sürüyor ve öykünün sarsıcı etkisi, başlığında yer aldığı şekilde okuru “Nakavt” ediyor.
Kitapta yer alan her öykü farklı bir atmosfere taşıyor okuru. “Karanlık” bir semtin ışıkları yanan tek dairesinden, Fenerbahçeli eski bir amigonun Galatasaray amblemli “Promosyon Mont”una, oradan zarif görünmeye çalışan “Misafirperest” Melek Hanım’ın endişe yüklü kabarık saçına, kardeşinin cenazesinde yakasına kendi fotoğrafını takan adamın sigarasından, deniz otobüsünde alkışlanan yolcunun “Telaş”ına doğru sürüklenirken elle tutulur bir yalınlığı seyrediyoruz. Seyretmek diyorum, çünkü Bıçakcı’nın öyküleri tanık olmayı daima beraberinde getiriyor.
Yazar, ikinci bölümde yer alan metinlerde, okuru kimi zaman diğer öykü kişileriyle karşılaştırıyor. “Evrak Çantası” adlı öykünün memur Halit’i, “Silahlı Kuvvet”in arka planında görünüyor örneğin. “Karanlık Mesai”nin gece bekçisi Mahmut ise, “Çalar Saat”in fonunda. Bıçakcı, bunu sessiz sedasız yaparak dikkatli okuruna farkındalığından ötürü göz kırpıyor sanki. Ya da bir öyküde başkarakterken diğer öyküde figüran olmakla, her kişinin yalnız kendi hikâyesinde öne çıktığına dikkat çekiyor.
“Sakat İlişkiler” bölümünden sonraki öykülerin çoğunda rüya sahnelerine yer veriliyor. Kimi öykülerin tamamı, kimilerininse bir bölümü rüyalardan oluştuğu için, bunca uyur – uyanıklık arasında “Ben Neredeyim?” diye soran başlığa “Rüyadasın,” cevabını vermek zor görünmüyor.
Ben Tek Siz Hepiniz, beklendik yahut beklenmedik çok sayıda tuhaf karşılaşmadan oluşan öykülerle okurunu içine çeken bir kitap. Buradaki karşılaşmalar kimi zaman tanımadığımız kimselerle, kimi zamansa bizzat kendimizle.