Boş Zaman - Hakan Bıçakcı

Roman, İletişim Yayınları

147 s, 2004

Boş Zaman / Özet

Roman kahramanı neresi olduğunu bilmediği bir evde uyanır. Kim olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktur. Adının Harun olduğunu ve hafızasını yitirmiş bir tarih hocası olduğunu öğrenir daha sonra. Geçici olduğu söylenen bellek kaybı bir türlü geçmek bilmez ve öncesiz bir şimdiki zamanın içine hapsolan Harun, geçmişinin peşine düşerek kimliğini yeniden inşa etmek zorunda kalır.

Anlatıcı, neresi olduğunu bilmediği bir odada uyanır. Kim olduğu konusunda hiçbir fikri yoktur. Kendisi ve çevresi hakkında sadece okur kadar bilgi sahibidir. Paniğe kapılır. Sonra içeri bir kadın girer ve “Harun’cum nasıl oldun?” diye sorar.

Adının Harun olduğunu, geçirdiği trafik kazası sonucu geçici bir hafıza kaybı yaşadığını, kazadan önce ‘Ortaçağ Avrupası’nda cadılar ve cadı avı konularında araştırmalar yapan bir öğretim görevlisi olduğunu içeri giren karısından öğreniriz onunla birlikte.

Yabancı bir gezegene düşmüş gibidir Harun. Eski araştırmalarından aklında kalmış olan cadı ayinlerinden tüyler ürperten tuhaf sahneler sürekli olarak içine fırlatılıp atılmış olduğu modern şehir hayatının arasına sızmaktadır. Kendine gelişini kutlamak için akrabalar gelir eve. Harun hiçbirini hatırlamaz. Kendisiyle yakından ilgilenen bu yabancı insanlardan hoşlanmamaktadır.  

Bir zamanlar çalışma odası olan dağınık yerde eski fotoğrafları ve özel eşyasını karıştırarak, evin içinde geçmişi olmayan bir hayalet gibi dolanarak geçirir günlerini. Evin karşısındaki inşaattan tuhaf bir enerji almaktadır. İnşaatın arkasındaki denizi hatırlamanın önemsizliği olarak görürken, inşaatı hatırlama, geçmişini yeniden inşa etme çabalarıyla ilişkilendirir. Evin içindeki nesnelere de benzer sembolik anlamlar yüklemeye başlar.

Kâbus, korku, tedirginlik dolu günler birbirini izler. Harun’un, kendisine söylenen kişi, gerçek ailesininse etrafındaki insanlar olmadığına dair ciddi şüpheleri vardır. Kimseyle paylaşamadığı bu yıpratıcı paranoya çeşitli hayaller ve sanrılarla beslenerek içinde genişler. Geçmişine ait bazı belgeler iyice kafasını karıştırır.

Beyoğlu’nda tek başına gezinme alışkanlığı edinir. Tünel’deki küçük bir kafenin müdavimi olur. Geçmişi hakkında fikri olmaması orada bir özür değildir. Tıpkı kendisi gibi, kafedeki hiç kimse onun geçmişini bilmemektedir.   

Evin karşısındaki inşaat tamamlanmış, deniz görünmez olmuştur.

Eski hayatına dönemeyecek kadar çaresiz, yeni bir hayat kuramayacak kadar yorgundur Harun. Geçici denilen hafıza kaybının düzeleceği yok gibidir. Kayıp geçmişinin kafasındaki biçimi, kimliğiyle birlikte sürekli olarak değişmektedir.

Boş Zaman / Alıntılar

Sf. 9 (Giriş)

Uyanış

Çığlık çığlığa bağıran bir karga sesiyle uyandım. Gözlerimi açtığımda kendim hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Düzenli bir odada, rahat bir yatağın üstündeydim. Etrafa baktım, tanıdık hiçbir dekor, hiçbir eşya yoktu. Müthiş bir sırt ağrısıyla doğrulup tül perdeyi araladım. Meraktan çok korkuyla baktığım dışarısı turuncu bir yarı aydınlığa boyanmıştı. Bu, güneşin batma saatleri miydi, yoksa güneş yeni mi doğuyordu, bilemedim. Perdeyi boşluğa bırakarak oturur pozisyona geçtim. Sağa doğru dönerek ayaklarımı yataktan sıyırdım. Sırtımın başka bir yeri, başka türlü ağrıdı. Çıplak ve soğuk tabanım halıya temas ettiği an beynime usulca batan kısa, kalın ve yumuşak tüyler hissettim.

Baktığım her köşede tanımadığım bir eşyayla karşılaşıyordum. Her şeyiyle bana yabancı bir evdeydim. Nerede olduğumu bilmediğim gibi, nerede olmam gerektiğini de bilmiyordum. Kim olduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. O kadar bunalmıştım ki, pencereyi açıp sabah mı akşam mı olduğunu dahi bilemediğim dışarıya bırakmak istedim kendimi. Tanıyamadığım her ayrıntının içinden kaçmaktan başka çarem olmadığına karar vermiştim. Bu, son derece özensiz alınmış ve içinde bulunduğum oda kadar uzak bir karardı. Ancak böylesi yabancı bir ortamdan, yalnızca böylesi yabancı bir formülü uygulayarak kaçabilirdim.

Yatağın üstüne çıktım. Bu sefer de dizkapağım feci şekilde sızladı. Bir süre bekledim, azaldı. Pencereyi açtım. Serin rüzgâr yorganın altından yeni çıkmış bedenimi tatsız bir ürpertiyle sardı. Pencere, apartmanın arka bahçesine bakıyordu. Hemen altımda bahçenin beton kısmı vardı. Devamındaysa kuru otlarla kaplı dar bir bölüm… İçinde bulunduğum dairenin yedinci ya da sekizinci katta olduğunu tahmin ediyordum. Sağ ayağımı kaldırarak pencerenin kenarına bastım. İki elimle pencerenin iki yanına tutunarak tek ayağımın üzerinde yükseldim. Tam kendimi bırakıyordum ki, telefonun keskin zili aşağı atlama duygusunun içimde yankılanan görkemli müziğini bastırıp beni bu tanımadığım odaya ve hayata bağlayan çelik bir tel gibi uzanarak sırtıma saplandı. Kısa bir süre sağ ayağımın üzerinde boşlukta asılı kaldıktan sonra yatağa döndüm, pencereyi kapayıp telefonu açtım. “Efendim?” Sesim kısık, çatallı ve yabancıydı. Yutkununca ağzımın içinin ve boğazımın fena halde kurumuş olduğunu fark ettim. Karşı taraftan ses gelmedi. Büyük bir çabayla tekrar “efendim?” dedim. Kapandı. Telefonu kapadığım anda odanın kapısı açıldı. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Karşımda otuzlu yaşlarında, beyaz yüzlü, uzun siyah saçlı bir kadın vardı. Beyaz ve uzun geceliğinin içinden gözlerimin içine tuhaf bir umutla bakıyordu.

“Uyandın mı canım?”

Gözleri siyah ve parlaktı.

“İyi misin?”

Elmacık kemikleri hafif çıkık, dudakları kuru…

“Haruncum iyi misin?”

İçim öylesine eziliyordu, bomboş aklım öylesine derin bir hüznün hücumuna uğramıştı ki, beyazlar içinde odanın ortasında beliren bu cana yakın ve yabancı kadının şefkatine bıraktım kendimi.

“Açsındır, günlerdir bir şey yemiyorsun. Haydi, sana kahvaltı hazırlayım.”

Başka bir boyuta geçer gibi koridora adım attık. Odadan çıktığım an etrafımın tanımadığım, sadece bilinmeyenlerden oluşan tekinsiz bir dünyayla çevrili olduğunu hissettim. Hâlâ kulaklarımda gezinen karga sesiyle ve üşümeye devam eden sağ ayağımla birlikte beyaz gecelikli kadının izinde şuursuzca ilerliyordum. Birkaç saniyeliğine koridorda, bu yarı karanlık ve dar tünelde yalnız kaldım. Sonra sola dönerek beni tanımayan birini koridorda yalnız bırakma duygusuyla aydınlık mutfağa girdim. Ancak çok çişim olduğundan mutfaktan önce tuvalete gitmem gerekiyordu. Yarı karanlık ve dar tünelde beyaz gecelikli kadının peşinden yürürken sağdaki kapının aralığından baktığımda karanlık tuvaleti görmüştüm.

Aralık kapının önündeydim. Arkama baktım. Koridorda, kafamdaki karga sesinden ve bu sesle bütünleşerek buz kesmiş olan sağ ayağımdan başka bir şey yoktu. Işığı açtım. Kapıyı kapadım. Klozet kapağını kaldırdım. Tepedeki bozuk floresanın ışığı bir azalıp bir çoğalıyordu. Bir yandan oturmuş işiyordum, bir yandan da titrek ışığın altındaki nesneleri inceliyordum. Her bir eşyaya uzun uzun odaklanıyor, sonra gözlerimi sert bir hareketle hemen yanındakine kaydırıyordum. Kapının arkasında üzerinde iri harflerle “2003” yazan karton bir takvim asılıydı. Karşımdaki çamaşır makinesinin üzerinde tuvalet kâğıdı, buruşuk şeffaf poşet içinde büyük bir parça pamuk, cam şişe içinde kolonya, siyah saç tokası, tırnak makası ve kırmızı pudra kutusu yanıp sönüyordu. Küvetin ayakucunda hemen hepsi yarısına kadar dolu şampuanlar, saç kremleri ve bir kalıp sabun dağınık bir düzenle duruyordu. Duvara asılı duran ecza dolabının yarı açık sürgülü cam kapağının ardında karton ilaç kutuları, tüpler, tabletler, şuruplar ve yara bantları üst üste yığılmıştı. Ecza dolabının altında beyaz bir tartı vardı.

Tavandaki ışık iyice bozularak azalıp çoğalmayı bırakıp yanıp sönmeye başladı. Klozetten kalktım. Sifonun gürültüsüyle kafamın içindeki karga sesi koridorun yarı karanlığına doğru kanat çırparak uzaklaştı. Ardından telefon zilinin keskin sesi parlak bir zincir gibi kopup gitti kulaklarımın içinden. Sifonun ıslak gürültüsüyle kafamdaki bütün sesler silinmiş, sağ ayağım ısınarak yeniden bedenimin bir parçası olmuştu. Musluğun yanında üç adet diş fırçası, diplerinden sıkılmış birkaç tüp diş macunu, tıraş bıçağı ve tıraş köpüğü tüpü vardı. Her nesnenin ne işe yaradığını kabaca hatırlasam da hiçbirinden tam olarak emin olamıyordum.  Musluğu açıp soğuk suyla yüzümü yıkamaya başladım. Suyun altındaki ellerim bozuk floresan yüzünden bir görünüp bir kayboluyordu.

Tuvaletten çıktım. Işığı tamamen kapadım. Kapıyı aralık bırakarak tekrar aydınlık mutfağa döndüm. Uykunun sersemliği yavaş yavaş geçiyordu. Kafamı biraz olsun toparlamış, başıma ne geldiğini nihayet anlamıştım. Ama bunu buzdolabındaki kahvaltılıkları önümdeki açık renk ahşap masaya tedirgin hareketlerle taşıyan kadının önünde dile getirecek cesaretim yoktu. Onu tanımadığım için kendimden utanıyordum. Bunun benim hatam olmadığını bilsem de, içimi kemiren utançtan kurtulamıyordum bir türlü. Bir yandan çaydanlıkta su ısıtıyor, bir yandan da sessiz sessiz ağlıyordu. Onun ağlayışını fark ettiğimde “keşke o telefon hiç çalmasaydı, keşke şimdi arka bahçenin betonunda paramparça yatıyor olsaydım” diye düşündüm. Gözlerim hâlâ ıslak olan elimin üstündeki sızıya doğru kaydı: İki yeşil damarın kesiştiği noktada serum bağlamak için kullanılan açık mavi plastik bir tüp vardı. Bir psikopatın bana feci bir kâbusun içinde olmadığımı hatırlatmaktan zevk duyan çimdiği…

“Sabah mı şu an?”

Bu soruyu sorduğumu cümlem bitince fark ettim. Sesim daha az çatallı çıkmıştı. Korku içinde cevabı bekledim.

“Evet canım, saat sekize geliyor.”

“Kaza mı geçirdim ben?”

Benden sakladığı gözlerinin yaşlarla dolduğunu sırtının ve omuzlarının kasılmasından anladım. Ağlamasını acemice gizleyerek ruhsuz bir sesle “evet” dedi.

“Trafik kazası mı?”

“Evet.”

Sesimdeki hırıltı her soruda biraz daha azalıyordu. Boğazımdan yükselen hırıltılar kafama doluşuyordu. Başka bir şey öğrenmek istemiyordum şimdilik. Kendimle ilgili daha fazla yeni bilgiyi nerede saklayacağımı bilemiyordum. Nemli gözlerle önüme, üstünden dumanlar çıkan kavuniçi renkte bir fincan bıraktı. Küçük bir yudum aldım. Sıcak çay kurumuş boğazımdan acıyla geçerken gözlerim sımsıkı kapandı. Ilık gözbebeklerimi ağır ağır yutuyor gibiydim. Uzunca bir süre içimdeki karanlığı izledim. Adım Harun, çay içiyorum.

(…)

  1. 18

Elimde kırmızı kahve fincanıyla salondaydım. Dizkapağımdaki ağrı tamamen geçmişti. Sırtımdakiyse devam ediyordu. Geriye doğru gerindim, omuriliğim sert bir kasılmayla kütürdedi. Aynı anda büyük bir rahatlama ve büyük bir rahatsızlık hissettim. Çalışkan bir hastabakıcı gibi evin içinde gezinen Gülden beni kendimle baş başa bırakmaya özen gösteriyordu. Buna gerçekten ihtiyacım vardı.

Salon genişti. Bir duvarı boydan boya kaplayan pencerenin kenarında çirkin çerçeveler içinde zevksizce dizilmiş fotoğraflar vardı.

Hatırlamadığım geçmişim kaskatı bir biçimde selam durmuştu karşımda. Hem benim emrimde gibi hem başına buyruk… Bütün cesaretimi toplayarak en solda, kararmış gümüş çerçeve içinde yaşlı bir adamla yan yana durduğum fotoğrafa baktım. Güzel bir bahçedeydik. Omuzlarımız hafifçe birbirine değiyordu. Yaşlı adamın yüzünde gurur dolu bir ifade vardı. Gözbebekleri objektife odaklanmıştı. Bense üzerimdeki ütüsüz mavi tişörtle çok daha özensiz bir yaşamın temsilcisiydim. O an çektirmekte olduğumuz fotoğrafı anlık, saçma ve gereksiz bulduğum apaçık ortadaydı. Aklım deklanşöre basılışın hemen ardından bir çağlayan gibi akacak olan saniyelerdeydi besbelli. Sabırsız, alaycı bir gülümseme vardı dudağımın kenarında. Yanımdaki yaşlı adamsa fotoğrafın çekildiği ana odaklanmış, bütün varlığını daracık objektife hapsetmişti. Fotoğraf makinesinin göremediği hiçbir şey gerçek değildi onun için. O, bu dimdik duruşuyla koskoca bir masalın yegâne gerçek karesini canlandırıyordu. Fotoğrafı çekenin pek usta olduğu söylenemezdi. Orta yerde olması gereken omuz temasımız iyice sola kaymıştı. Işık, yüzlerimizin bazı bölümlerini silerek yandan geliyordu. O an, fotoğrafa en az karşımdaki ihtiyar kadar büyük bir ciddiyetle bakmakta olduğumu fark ettim.

Arkamı döndüm; Gülden salonun girişinde durmuş sevgi dolu bir ifadeyle bana bakıyordu. Gülümseyerek mutfağa döndü. Beni hatırlamadığım geçmişimden kopartılmış donuk görüntülerle baş başa bırakmak istemiş olmalıydı.

Bakışlarımı korku ve umutla soldan ikinci fotoğrafa doğru kaydırdım: Dört beş yaşlarında bir çocuk, üç tekerlekli kırmızı plastik bisikletinin üzerinde yapmacık bir ifadeyle objektife bakıyordu. İri siyah gözleri, içinde bulunduğu dünyadan uzaklarda tutuşmuş bir oyun alemine o an için ara vermiş ve yetişkinlerin, anlam veremediği bir düzenle işleyen dünyasına doğru uyduruk bir poz vermişti.

“Gülden?”

“Efendim canım?”

“Bizim çocuğumuz mu var?”

“Evet, Can.”

“Nerede şimdi?”

“Annemlerde, bu akşam geliyor.”

Neredeyse sırf camdan ibaret olan modern tasarımlı çerçeve içindeki kalabalık aile fotoğrafı, oğlum olduğunu henüz öğrenmiş bulunduğum çocuğun fotoğrafının hemen yanındaydı: Çirkin sayılacak bir sürü insan birbirine karışmıştı. Yaşlıların gülümsemesi bir sonraki kuşağınkine göre çok daha uzaklardan geliyordu. Tereddütlü, hüznün kontrolünde, acayip bir gülümseyiş…

Aile fotoğrafının hemen yanında, köşeleri çürümüş eski ahşap çerçeve içinde duran, kenarları yırtık, üzeri çizik ve leke dolu siyah beyaz bir fotoğraf vardı. Az önce omuz omza durduğumuz yaşlı adamın çocukluğunun da aralarında olduğu üç çocuk ve ikisi kadın, üçü erkek beş yetişkin… Siyah beyaz çocuğa baktım. O kadar tipik bir ifadesi vardı ki, onu hemen tanıdım. Sonra başımı hafifçe sola çevirip aynı çocuğun renkli yaşlılığına baktım. Aralarında birkaç karış olan bu iki fotoğrafın arasında en az yetmiş yıl vardı. Siyah beyaz fotoğraftaki insanlar, teknolojiyle aralarındaki mesafe itibariyle renkli akrabalarına oranla çok daha ürkek ve güvensizdiler. Ölümlü suretlerinden ölümsüz bir dilim vaat eden şeytan icadına hayranlıklarını gizleyemedikleri bir korkuyla bakıyorlardı.

Az ötede, çocukluğuna yakın, yaşlılığına uzak duran adamın kucağında çocukluğuyla yaşlılığı arasında üç tekerlekli bisiklete binen iri siyah gözlü çocuk vardı. Santimler arasında yıllar alıp veren yaşlı adamın mutluluğu yüzünden okunuyordu.

Geri adım atıp kahveden büyük bir yudum aldım. Hekes bana bakıyordu. Tanımadığım ama beni tanıyan bütün bu kalabalık, farklı zamanların içinden fışkıran felçli gözbebekleriyle hiç ses çıkarmadan kanımı emiyordu.

(…)