Roman, İletişim Yayınları
152 s, 2003
Rüya Günlüğü / Özet
Haluk, İstanbul’da bir apartman dairesinde, tekdüze bir yaşam sürer. Ancak rüyalarında başkasının hayatına tanık olmaktadır. Rüyasında gördüğü hayatın içine girdikçe, kendi hayatından ve kendi kendisinden uzaklaşmaya başlar.
Haluk, İstanbul’da yaşayan, ekonomi dergileri için çeviri yaparak geçinen, kendi halinde bir gençtir. Ne özel bir ilgi alanı vardır ne de yaşamının ilginç bir yanı… Hayatındaki tek tuhaflık, rüyalarında tanımadığı bir adamın günlük yaşamına tanık olmasıdır. Daha doğrusu rüyasında bir başkasıdır. Düşlerinde röntgenlediği bu hayat da kendi hayatı gibi tekdüzedir. Bu rüyaların rahatsız edici yanı, o sırada Haluk’un normalde tanımadığı bu kişileri çok iyi tanıyor olmasıdır. İlk başlarda bu rüyaları kafasına takmaz Haluk. Ancak rüyasındaki hayatında bir kadına âşık olmasıyla işin rengi değişmeye başlar. Kendisine musallat olan rüyaların etkisinin artmasıyla iki ayrı sevgilisi, iki ayrı sosyal çevresi, iki ayrı hayatı olur. Mecburen bir tür rüya dedektifine dönüşür Haluk.
Haluk dört katlı bir binanın en üst katında tek başına yaşamaktadır. Komşularından birinin rüyalar konusunda uzman olduğunu öğrenir tesadüfen. Yaşlı ve bilge bir profesör olan Ünsal Bey’i ziyaret edip ona rüyalarını anlatır. Ünsal Bey konuyla ilgilenir. Analiz edebilmek için Haluk’tan rüyalarını bir deftere yazmasını ister. Haluk her uyanışından sonra rüyasını yazmaya, bir tür rüya günlüğü tutmaya başlar.
Rüyasındaki hayatın ayrıntılarıyla uyanık hayatında karşılaşmaya başlamasıyla rahatsızlığı artar Haluk’un. Artık gerçek ve rüya eskisi gibi net iki ayrı âlem değildir. Aradaki sınır fena halde bulanıklaşmıştır. Bir akşam apartman toplantısı için ilk kez indiği başka bir dairenin salonunu tanır. Bir gün vapurda rüya sakinlerinden birini görür sonra. Bu rahatsız edici karşılaşmaların her biri yıkıcı bir deneyimdir onun için.
Diğer dairelerden gelen sesler rüyasında gördüğü olayları şüpheye yer bırakmayacak kesinlikte doğrulamakta ve sinir bozucu bir biçimde tamamlamaktadır. Apartman Haluk’un zihnine, katlar da bilincinin katmanlarına dönüşmeye başlar. Aynı yapının içindeki ayrı katlar, aynı zihnin içindeki ayrı kişilikler gibidir. Artık Haluk da en az apartmanın diğer sakinleri kadar yabancı biridir artık anlatıcı için. Sırayla arkadaşlarından, ailesinden, sevgilisinden ve kendisinden kopar. Eve kapanır. Telefona, kapıya bakmaz. Artık sadece rüyalar vardır. Rüyadaki arkadaşları ve sevgilisi… Ruh sağlığı iyice bozulan Haluk uyku haplarının yardımıyla sürekli rüyada kalmayı ve rüyasındaki hayatın gerçek sahibiyle yüzleşmeyi dener.
Rüya Günlüğü / Alıntılar
Sf. 9 (Giriş)
1
İçkinin son yudumu bir tuhaf… Boş bardağı bara bırakıp içeri yöneliyorum. Tuvalete giden, gürültülü ve rengârenk ışıklara rağmen karanlık yolumu Mehmet, Emre ve Zeynep kesiyor.
“Haluk nereye?”
“Tuvalete…”
“Oğlum sen Emre’yi de geçtin” diyor Mehmet. Eliyle beni işaret ederek ekliyor: “Adam bardak başına dört posta işiyor!” Gülüyoruz. Hep birlikte gülünce, o sırada aramızda olmayan Ömer geliyor aklıma.
“Çocuklar, Ömer nerede?”
“Oğlum, senin Ömer’in son macerasından haberin yok galiba.”
“Yoo, n’oldu?”
“Yeni bir kız bulmuş, bundan on yaş küçük!”
“Ciddi mi? Ebru’yla birlikte değil miydi o en son?”
“Ay bunun hiçbir boktan haberi yok” derken mutsuz görünüyor Zeynep.
“Zeynep, senin şu iş ne oldu?”
“Amaan, boş ver abi, hâlâ aramadılar, unuttum ben o işi artık.”
“İyi unut sen, ararlarsa da sürpriz olur.”
“Haluk, nereye?”
“Oğlum altıma işeyeceğim şimdi, çekilin yolumdan!”
Tuvaletin bulunduğu bölüme geçiyorum. Yan yana duran iki ahşap kapının karşısında donakalıyorum. Kapılardan birinin üzerinde etekli, topuklu ayakkabılı, hasır şapkalı, kıpkırmızı dudaklarının arasında ince uzun sigarayla bir erkek; diğerinin üzerindeyse pantolonlu, makosen ayakkabılı, fötr şapkalı, pala bıyığının altında kocaman pipoyla bir kadın resmi var.
Midem fena halde bulanıyor. Başım dönüyor. Sidik torbam patlamak üzere… Gözlerimi kısmış, sabırla tekrar bakıyorum ki, üzerinde kadın biçiminde erkek resmi bulunan kapı aniden açılıyor. Geriliyorum. İçeriden erkek mi, kadın mı olduğu asla kestirilemeyen, tuhaf biri çıkıyor. Yüzü bembeyaz. “Burası erkekler tuvaleti mi?” diye soruyor çıktığı yerin kapısını göstererek. Sırf bir yere yönelebilmek için soruyorum bu soruyu. Beyaz yüzünü “Evet” anlamında sallayarak cinsiyetsiz bir sesle “Hayır” diyor.
Uyandım. Saate baktım: Sabahın dördü. Çişim de yok… Bu tip rüyalar ya yatağa işemeyle son bulur ya da aşırı derecede sıkışmış bir halde tuvalete gitmek üzere uyanmayla… Sağ elim, içinde bulunduğum boğucu karanlığın dışına ya da kafamın içindeki garip bir aydınlığa uzanma hissiyle başucumdaki lambaya dokundu. Sudan çıkmış bir balığın bilinçsiz hareketleriyle elektrik düğmesini buldu. Koridor, unutulmak üzere olan bir düşünce gibi aydınlandı. Terliklerimi giyip mutfağa yürüdüm. Buzdolabını açınca aklıma takıldı: Kırk yılda bir içki içen ve üç dört yıldır bara gitmeyen biri niye böyle bir rüya görür ki? Su boğazımı üşüttü, yatağa döndüm, lambayı söndürdüm.
2
Sabah, gece görmüş olduğum rüyanın silik anısıyla uyandım. Rüyanın hem garip hem de komik oluşundan geçmiş, çok önemli bir ayrıntısına takılmıştım: Ben bu rüyadaki insanların hiçbirini tanımıyordum. (…)
- 109 (23. Bölüm’den)
Rüyamda Profesör’e rüyalarımı anlatıyorum. “Anlatın bakalım şu tekrarlanan rüyayı” diyen sesi kulaklarımda. Bir süredir anlatıyor olacağım, kendi sesimi birden duymaya başlıyorum. Sesim kulağıma bir tuhaf geliyor. Benim sesime benzemiyor fakat yabancı da gelmiyor. “Sonra yataktan kalkıyorum, başucumda apartmanın o koca karar defteri duruyor. Neredeyse yarım metre borundaki sert ciltli defteri alıyorum. İki elimle sımsıkı kavrayarak tedirgin adımlarla sarsılmakta olan dolaba doğru yürüyorum. Dolap, ben karşısında durunca şiddetle sallanmaya başlıyor. Odadaki diğer bütün eşyalar sabit. Sonunda dolap devriliyor ve arkasından en az benim boyumda devasa bir böcek çıkıyor. Simsiyah. Vıcık vıcık parlıyor. Korkunç homurtularla üzerime yürüyor. Tiksinti ve korku içinde defteri böceğin her yanına indiriyorum. Böcekten kabuk kırılma sesleri ve bir marulun ezilişini andıran sesler geliyor. Yine de üzerime gelmeye devam ediyor. Hatta ben onu incittikçe o daha bir şevkle saldırıyor. Gücüm yavaş yavaş tükeniyor. Gözlerimi kaçırarak defteri var gücümle suratına indiriyorum. Sonunda köşeye sıkışmış buluyorum kendimi. Pencerenin yanında asılı duran fotoğraftan içeri giriyorum son bir çabayla. Böceğin çılgın gürültüsü bir anda kesiliyor. Sessiz siyah beyaz bir düzlükte buluyorum kendimi. Defter hâlâ elimde… Ancak açıp baktığımda içinin eski Türkçe harflerle dolu olduğunu görüyorum. İçimi sebebini bilmediğim bir panik kaplıyor. İleride iki üç tane kuru ağaç var. Birinin dibinde yaşlı, beyaz uzun saçlı ve sakallı bir adam var. Aslında bu adam tam olarak size benzemiyor ancak siz olduğu belli. Yürüyorum, soluğumu ve kalp atışlarımı garip bir biçimde kulağımın içinde duyuyorum. Defteri uzatıyorum. Alıp gözlüğünü takıyor, sayfaları çevirirken mırıldanıyor, ‘Hep aynı cümle, mmm hep aynı…’ ‘Ne yazıyor’ diye bağırıyorum heyecanla, sesim çıkmıyor. Gözlüğünün üzerinden gözlerimin içine bakıp dudaklarını oynatıyor. O sırada kalın bir ses içimde yankılanıyor: ‘Sen bir başkasısın.’
Bu rüyayı defalarca gördüm Ünsal Bey. Bazen de böcekten kurtulamıyorum ve ‘Apartman yöneticisine ölüm!’ diye haykırarak parçalıyor beni. Bir metal yığınının müthiş bir gürültüyle duvara çarpmasını andırır bir ses eşliğinde her yanıma kabukları batıyor ve her yer kararıyor.”
“İyi de siz apartman yöneticisi değilsiniz ki?”
“Biliyorum, ben de bu yüzden size geldim zaten.”
(…)