Roman, İletişim Yayınları
180 s, 2017
Uyku Sersemi / Özet
Arka kapak yazısı:
Kanser gibi büyüyen, başkalaşan şehir ve o şehir hakkında kitap hazırlamak isteyen genç bir editör. Daha dün “burada” olan ve hepsi birer hatıraya dönüşen evler, sokaklar, kitapçılar. Dipten gelen inşaat uğultusu… Günbegün gerçeklik algısını yitiren, çevresini, sesini ve en sonunda yüzünü tanıyamayan bir Kahraman…
Hakan Bıçakcı, kaybolan maziyi, vinçleri, kamyonları, sahte ay ışığını, uykusuzluğu, kötü rüyaları anlatıyor. Görünmez elin hırsla yırttığı sayfalar…
Uyku Sersemi, kayıp bir şehir rehberi. Bir yıkım günlüğü.
Uyku Sersemi / Alıntılar
(Giriş bölümü)
Gözler kapalı. Yok gibi. Suratta yarı huzurlu, yarı gergin bir ifade. Vücut dört yana dağılmış. Kol bir tarafta, bacak bir tarafta. Bir yanıyla son derece sıradan, tipik uyku manzarası. Bir yanıyla tedirginlik veren, rahatsız edici derecede yabani bir görüntü.
Kalın perdeden sızmaya çabalayan güçlü ışıkla parçalı aydınlanmış oda. Hem gece hem gündüz. Ne saat belli ne mevsim. Başucunda simsiyah telefon. Az sonra alarmı çalacak olan. Birkaç yıl önce tüm modeller incelendikten sonra beğenilip fiyatı sorulmuş, taksitle alınmış. Tamamen ayrı iki dünya. Ekranında küçük bir çatlak olan telefonun tuhaf bir melodiyle bölmek üzere olduğu uyku alemiyle, telefonun satıldığı mağazanın bulunduğu yeryüzü. Alarmın birkaç dakika sonra kıyameti kopararak alelacele birleştireceği, şimdilik apayrı iki bölge.
- Mutlu son
Ve aramızda uzun zamandır
Yüzünü görmediklerimiz!
Rıfat Ilgaz, İçelim
Geç kalma duygusuyla uyandım. Annemin evindeki misafir odasında. Başucumdaki telefona endişe içinde uzandım. Endişelenecek bir durum yoktu. Alarmın çalmasına birkaç dakika vardı. Çalamadan kapattım. Tek isteğim uykuya geri dönmekti. Kısa bir süre yarı açık gözlerle günü içeri salmamak için direnen, içten içe aydınlanmış kalın perdeyi seyrettikten sonra toplantıyı hatırladım. Geç kalamazdım. Yataktan kalkmak, yüzümü yıkamak, annemi uyandırmadan sessizce giyinip evden çıkmak, yoldan aldığım poğaçayı kemirerek metro istasyonuna yürümek, turnikeden geçmek, treni beklemek sırasıyla gözümde büyüdü. Kendimi bir anda metroda bulsam ne olurdu sanki? Giyinmiş ve içimi oyan açlıktan kurtulmuş halde. Üşengeçlik üzerime toprak toprak uyku atarak beni misafir odasının rahat yatağına gömmeye başlamıştı. Gece annemde kalacağıma evime dönmüş olsaydım, yarım saat daha uyurdum. Geceki üşengeçliğimin bedelini, sabahki üşengeçliğim ödüyordu. Yine çok az uyuyabilmiştim ama kalkmam lazımdı. Yataktan dışarı ilk adımı atabilsem, gerisi gelirdi. Yataktan dışarı ilk adımı attım.
Metro durmak üzere hız kesti. Tünelin zifiri karanlığından, istasyonun beyaz ötesi aydınlığına çıktık. Durakta bekleyen kalabalığın önünden gittikçe yavaşlayarak geçiyorduk. Sanki biz duruyorduk, onlar geçiyordu. Hayalet sürüleri. Tünelin karanlığına doğru uçan. Bekleyen insanların yüzleri açık pembe et parçaları gibi görünüyordu. Hayal meyal seçilen soluk bakışlar, trenin yavaşlamasıyla belirginleşmeye başladı. Ve trenin durmasıyla herkesin suratına net bir ifade yapıştı. Şamar gibi. Tek bir ifade açıkta kaldı: O anda göremediğim kendiminki. Kapı açıldı.
Yürüyen merdiven bozuktu. Her an hareketlenecekmiş gibi sabit, metal basamakları tırmanmaya başladım. Sanki kafamın tam üstünde bir mıknatıs vardı. Metro istasyonundan dışarı çıkınca ciğerlerime dolan kirli havayla kendime geldim. Benim yüzüme de net bir ifade yapışıverdi. Sokakta gezinmelik, mevsime uygun, alelâde bir ifade. İstiklal Caddesi’nin Tünel tarafından çıkıp Galatasaray’a doğru yürümeye başladım. Benim dışımda kimsenin acelesinin olmadığı o sevimsiz günlerdendi. Yeryüzü benden ve asap bozucu telaşımdan bir kurtulsa rahat edecekti. Hava fena halde bunaltıcıydı. Babaannemin “Şeytan sıcağı” dediği türden. Uyuşmuş insanların ağır çekim hareketlerinin arasından sıyrılarak ilerlemeye başladım.
Yayınevinin sokağının girişinde kocaman şeffaf kalkanlarıyla bekleyen bir polis grubu vardı. Sokağın köşesindeki sarı siyah tezgâhtan midye dolma alıp içine limon sıkan gençler, parlak kabukları polislerin ayaklarının dibinde duran plastik çöp kutusuna atıyorlardı. Saat çok erkendi. Hem polislerin birikmeye başlaması için hem de midye dolma için. Giriş kapalı olduğundan mecburen devam ettim. Hiç kullanmadığım, ilerdeki sokaktan saptım. Arkadan dolaşmak niyetiyle. Ancak bu civardaki birbirine aşırı benzeyen, daracık arka sokakları bilmediğimden kısa sürede yolumu kaybettim.
Yayınevine varacağını planladığım döngüyü tamamladığımda başka bir yere çıkmıştım. Geri dönüp farklı bir güzergâh çizdim. O da alâkasız bir yere attı beni. Ömrümü geçirdiğim semtte kaybolmak sinirlerimi altüst etmişti sabah sabah. Evin içinde kaybolmak kadar acayip bir his. Etraftaki insanlara sormayı kendime yediremedim. Toplantı saati yaklaşıyordu. Birkaç başarısız manevradan sonra manava yanaşıp sordum.
Yayınevine vardığımda ter ve sinir içindeydim. Ensem kaskatıydı. Ne zaman görsem yoğun ve endişeli olan kadın karşıladı beni. Adını bilmiyordum. Yüzünde güzelliğini gölgeleyen bir hırs, karşısındakine asla geçmeyen bir mutluluk vardı her zaman. Abartılı bir gülümseme. Gülmeyi bıraktığı an ağlamaya başlayacakmış gibi. Bu defa öylesine abartılıydı ki, dişlerinin devamındaki iskeleti görür gibi oldum. İskeletinin kocaman, ağlamaklı sırıtışını. Eski saçını, peruk olarak tepesine iliştirmiş kurukafayı.
Selamlaştıktan sonra biraz beklememi istedi. Kaybolmama rağmen on dakika erken gelmiştim zaten. Sırt çantamı yere bırakarak dağınıklığın bir köşesine geçip oturdum. Odada onun telaşından başka şey yoktu. Gözünü ekranından ayırmadığı telefonu elindeydi hep. Kendi kendini idare ettiği bir uzaktan kumanda gibi. Bir sağa, bir sola. Bir ileri, bir geri. Ani ve keskin dönüşlerle. Gülümsemeye asla ara vermeden. Mesainin ortasında ağlamaya başlaması hoş olmazdı. Birkaç telefon konuşması yaptı. Bilgisayarın başına oturup oturup kalktı. Birkaç kez içeri gidip geri geldi. Sonra yanıma gelip beni beklediklerini söyledi.
Yayın yönetmeninin odasına geçtim. Yayıncılıktan, edebiyattan gerçekten anlayan, rahat, eğlenceli bir kadındı. Kendi halinde gibi görünmesine rağmen kendine has bir havası vardı. Selamlaştık. Yazdığı e-postayı yollayıp hemen yanıma geleceğini söyledi. Odanın köşesindeki yuvarlak masaya geçtim. Duvarlar kitaplarla, masalar kitap dosyalarıyla doluydu. Ara sıra kendi reklamını yapan internet radyosunun sesi kısıktı. Nakarat girince çalan şarkıyı tanıdım: Dire Straits’ten Calling Elvis. Şarkının çocuk trenine benzeyen ritmini dinleyerek bekledim.
Birkaç dakika sonra biri kirli sakallı, diğeri saçı sakalı birbirine karışmış iki editör de bize katıldı. Kahveler geldi. Turuncu fincan bana denk geldi. Günün ilk kahvesi. Yanmayacağım kadar büyük bir yudum aldım. Kısa bir hatır sorma seansından sonra asıl konuya geçtik. Sol gözümdeki rahatsız edici kasılma dışında her şey yolundaydı. Acaba dışarıdan belli oluyor muydu?
Uyku Sersemi / Eleştiriler
- Kitap Eki / Evrim Sayın / 4 Şubat 2018
- Notos / Cemile Özyakan / Aralık 2017
- Cumhuriyet Kitap / Asuman Kafaoğlu Büke / 19 Ekim 2017
- SabitFikir / Seda Ateş / Kasım 2017
- Vatan Kitap / Caner Almaz / 15 Ekim 2017
- Gazete Duvar / Funda Cantek / 27 Ekim 2017
- İleri Haber / Berna Metin / 12 Kasım 2017
- BiaMag / Büşra Küçük / 4 Kasım 2017
Hürriyet Kitap Sanat / Nermin Yıldırım / 27 Ekim 2017
‘Hepimiz çakma bir imparatorlukta yarı uyanığız’
Bir kitabın yazılmasından bile hızlı değişen şehirler, depremde yıkılacağına kesin gözüyle bakıldığından ucuza kiralanan evler, sevgili kedisine tavşan etli mama alan hayvanseverler, rüyalar, kâbuslar, uyuyan ve uyanan insanlar ama hiç geçmeyen uzun bir uyku sersemliği… Garipliği oranında tanıdık, bu yüzden de ürkütücü bir dünya… Hakan Bıçakcı ile yeni romanı ‘Uyku Sersemi’ üzerine, Bıçakcı’nın çağdaşı edebiyatçı Nermin Yıldırım konuştu…
‘Mutlu Son’ isimli bir bölümle başlayıp başlangıca işaret eden bir bölümle bitiyor ‘Uyku Sersemi’. Her şeyin zamanda bir sarkmayla yahut bizim zamandan sarkışımızla başladığını söyleyebilir miyiz?
Evet, zaman romanın önemli mevzularından. Dünün ve bağlantılı olarak yarının kaybolduğu bir ortamda, kesintisiz bir şimdiki zaman içine hapsolan bir karakter var merkezde. Roman içindeki, anlatılan zamanda da bir döngüsel yapı var. Sona doğru ilerledikçe başa döner gibi. Ama dönülen yer tam da aynı yer değil. Bu döngü, romanın ana teması olan kentsel dönüşümle de bağlantılı. Geniş bir tur atıp aynı yere döndüğümüzde etrafımızı tanıyamıyoruz.
Kahramanımız tarihi mekânlar izleğinde bir İstanbul kitabı yazmaya çalışıyor. Ama mekânlar bir bir kapanmaya başlayınca, İstanbul, kitabın yazılmasından bile daha hızlı bir biçimde eriyip yok oluyor. Sen bu romanı yazarken, bahsi geçen mekânlar roman bitmeden kuruyup giderse diye endişe ettin mi?
Aslında böyle bir endişem olmadı. Zaten kapanmış olan yerleri düşündüm genellikle. Ama romanı yazdığım yaklaşık üç yıllık süre içinde sayısız yer kapandı, yıkıldı veya taşınmak zorunda kaldı. Her şehir zamanla değişir, dönüşür. Bu son derece normal. Ama bizim yaşadığımız pek normal değil sanki. Tiyatro dekoru gibi değişiyor her taraf.
‘Doğa Tarihi’nin en kritik noktalarından biri kahramanın elindeki kısıtlı parayla sevdiği grubun albümünü mü yoksa tişörtünü mü alacağına karar verdiği andı. ‘Uyku Sersemi’nde de çocukken kendisine alınan He-Man figürünün yanına koyacağı eşlikçi figürü seçerken bir tür ikileme düşüyor kahraman. He-Man’in düşmanını seçiyor ve ömür boyu sürecek bir savaş başlıyor galiba. Ne dersin?
İlginç bir karşılaştırma. İkisini yan yana düşünmemiştim hiç. ‘Doğa Tarihi’ndeki o karar anı çok daha belirleyiciydi tabii. Küçücük bir kararın kartopu gibi büyüyen devasa sonuçlarını okuyorduk roman boyunca. He-Man’in yanına ikinci figür hakkını İskeletor’dan yana kullanan karakterin seçimiyse roman içinde daha küçük bir olay. Ama belki de zannettiğim kadar küçük değil. Bu soru bana bunu düşündürdü.
Bu arada He-Man’i ‘erkek adam’ diye çevirmek hiç aklıma gelmemişti. Bayıldım. Bu erkek adamlık meselesi edebiyatta ve hayatta başımıza ne işler açıyor sence?
En büyük dertlerimizden biri bu. ‘Erkek adamlar’ın bir tür arabesk ahkâmdan ibaret olan sayıklamaları edebiyatı kısmen ele geçirmiş durumda. Üstelik bu sadece erkeklerin eseri değil. Kadınların da sık sık bu tip söylemlere ortak olduğunu görüyorum kanım donarak. Bu durum keşke sadece edebiyatla sınırlı olsaydı. Hayatın her alanında karşılaşıyoruz genlerimize işlemiş bu tuhaf, öğrenilmiş erkeklik halleriyle. Bu konuyu romanla bağlayarak bir şeyler söylemem gerekirse: Çılgınca betonlaşan şehirde, hunharca yükselen binalarda, süratle yok olan geçmişte de ‘erkek adamlar’ın payı büyük.
Erkek adamlıktan bahsetmişken, sık tercih edilenin aksine, kadın karakterlerine kenar süsü muamelesini reva görmediğin için sana teşekkür etmek lazım. Elif, Kahraman’dan bile daha kahraman. Sahi, kara anlatın içinde tatlı tatlı tozutan Kahraman Kara, kendi hayatının kahramanı olamayışını sence neye borçlu?
İronik bir isme sahip olan Kahraman, gönüllü bir kaybeden, melankolisinden zevk alan tipik bir tutunamayan değil aslında. Çalışkan, bir işe yaramak isteyen bir genç. Ama çevresinde olup bitenler nedeniyle adım adım bir kaybedene dönüşüyor. Olup biteni fazla da sorgulamıyor aslında, olup bitenin içinde savruluyor. Sorgulama kısmını okura bırakmayı tercih ettiğim için karakterin böyle olmasına özen gösterdim.
Kahramanımızın cep telefonunun ekranında gittikçe büyüyen bir çatlak var. Sosyal medyanın ve yeni ilişki biçimlerinin hayatlarımızda açtığı yarık bağlamında o çatlaktan içeri sızan ne?
Çok sevdiğim metafor kullanımı konusunda kendimi nispeten dizginlemeye çalıştım bu romanda. Ama telefonun siyah ekranında büyüyen o çatlak epey belirgin bir metafor. Sadece iletişimsizlik değil ama. Kahraman, telefonunu hem iletişim kurmak, hem sosyal medya üzerinden dünyada olup bitenleri öğrenmek hem de işi gereği görüşmeler yaparken ses kaydı almak için kullanıyor. Ve çatlağın büyümesi hepsini etkiliyor.
Metaforlarını seviyoruz, elini korkak alıştırma lütfen. Romanın pek sevdiğim bir yerinde yedi dakikalık bir yol bir buçuk saatte yürünüyor. Peki gittikçe artan ve artışıyla manasızca gurur duyduğumuz hızımız bizi nelerden alıkoyuyor?
Dönüşen kentte hep bir yeninin peşinden koşma hali var. Eskisi yıkılıyor, yenisi dikiliyor. Sürekli bir yerlerde “yeni bir yaşam başlıyor”. Yavaş yürüyüş bir yanıyla tüm bu hıza ve yeni fetişizmine ters düşüyor. Kahraman yavaşlığı belki de bu nedenle bu kadar yadırgıyor.
Bir de yeşil kanepe meselesi var. Kahramanımız evini IKEA’nın tek tip mobilyalarıyla döşüyor ama sonra gidip o eski yeşil kanepeye sığınıyor. Tüketim alışkanlıklarımızla ruhsal ihtiyaçlarımız arasındaki uçurumdan düşmemiz yakın mıdır?
Eski yeşil kanepe, romanın başında karakterin uyuşukluğunu vurgulayan alelâde bir mobilyayken yavaş yavaş kaybolan geçmişin temsilcisine dönüşüyor. Kahraman’ın ayak bastığı, oturduğu her yer altından çekiliyor. Evi dahil. Sabit ve aynı kalan tek nesne, bu yeşil kanepe. Bu özelliğiyle de, anlatıcının sığındığı bir ıssız adaya dönüşüyor. Başta böyle planlamamıştım aslında ama yazarken kanepeyle dönüşen şehir arasında böyle bir tezatlık oluştu ve eski kanepe roman karakterlerinden biri olacak kadar önem kazandı. Hatta tasarımcı dostum Koray çok daha şık bir çözümle gelene kadar kitabın kapağında bile bu yeşil kanepeyi hayal ediyordum.
Kentsel dönüşüm, ruhsal dönüşüm, duygusal dönüşüm… Bir şeylerin hızla elimizden kayıp gittiği duygusu ve bunun yarattığı bir tür yetimlik hali romanı da ele geçirmiş. Geçmişle gönül bağı kurmak ve ona sahip çıkmak muhafazakârlıksa, muhafazakârlık nasıl oldu da bize kaldı?
Sorma. Romanı tasarlarken de yazarken de “Nerede o eski bayramlar” diye sayıklayan dede durumuna düşüp düşmediğimi sorguladım hep. Geçmişle gönül bağı bir yandan duygusal ve naif bir durum ama daha önemli bir yandan da politik bir tavır bence. Ve konunun politik boyutuna odaklanmaya karar verdim. Distopik kurmacaların en klasik mesajlarından biri geçmişe ait kayıtlarına erişimin, toplumun akıl sağlığı için hayati önem taşıdığıdır. Karakterin gerçeklikle ilişkisinin zedelenmesiyle kentsel dönüşüm arasında böyle bir ilişki var romanda da.
Hafıza, yani unutmamak, politik bir güçtür ayrıca. Bir insanın hafızasını kontrol eden, onu da kontrol eder. Ve hafıza yitimi nostaljiyi besler. Geçmiş ile şimdi birbirinden kopuyorsa, neden ile sonuç, yalan ile hakikat de birbirinden kopar. Sonuç olarak geçmişe sahip çıkmak derin bir konu.
Romanında da apaçık gördüğümüz gibi, hakikatle kurduğumuz ilişki zedelendikçe, kendi hayatımızın izleyicisi olduk. Rüya ne zaman başladı, nasıl kâbusa döndü ve asıl soru şu: Uyanmak mümkün mü?
Son dönemlerin en iyi müzik grubu olduğunu düşündüğüm The National, muhteşem şarkısı Fake Empire’da “Hepimiz çakma bir imparatorlukta yarı uyanığız” der. Katılıyorum.
Vatan Kitap / Caner Almaz / 15 Ekim 2017
Tüm bu değişim, gerçekle kurduğumuz ilişkiyi zedeleyecektir
Hakan Bıçakcı, “Uyku Sersemi”nde hızla değişen-dönüşen bir şehirde yaşayan ve değişimin içinde hapsolmuş bir bireyin akıl ve ruh sağlığına yakından bakıyor. Hakan Bıçakcı’ya “Uyku Sersemi”ni sorduk
Yeni kitabınız “Uyku Sersemi”nde İstanbul için oldukça güncel ve herkes için geçerli bir probleme parmak basıyorsunuz. Dönüşen ve değişen kentin birey yaşamına etkisi kitabın esas meselelerinden birisi. Şehir değiştikçe, başkalaştıkça bizler ne denli etkileniyoruz?
Konu sonradan başka yerlere gitse de, işin içine duygular, alâkasız yan hikâyeler katılsa da, hep bir düşünceden yola çıkarım en başta. Bu seferki çıkış noktam etrafımızdaki turbo kentsel dönüşümdü. Şehirdeki tüm bu baş döndüren değişim, geçmişten sürekli kopuş hali, kimliksizleşme, izole olma durumu bir noktadan sonra içinde yaşayanları etkileyecektir, gerçeklikle kurduğumuz ilişkiyi zedeleyecektir, hatta belki de bizi delirtecektir diye düşünüyorum. Bu fikirden yola çıktım ama yalnızca bunu anlatmak istemedim. Yine de esas mesele bu dediğiniz gibi.
Kitaptaki ana karakteriniz Kahraman, şehrin dönüşümüne yetişemiyor ve bir yabancılaşmanın içerisinde kalıyor. Kahraman’ın kendi yüzünü tanıyamaması, şehrin değişen görünümüyle ne kadar ilintili? Şehir değiştikçe insanları da değişir mi?
Belki biraz abartmayı tercih ettim, belki Kahraman biraz fazla hassas bir karakter ama evet, şehirdeki bu anormal değişim, içinde yaşayanları da yavaş yavaş değiştirecektir.
Kitapta birçok rüyayla baş başa kalıyoruz. Öyle ki, hangi anın gerçek anlatı, hangi kısmın rüyaya dahil olduğu konusunda çelişkiye düşüyoruz. Bu “uyku sersemi” hali bir nevi gerçekten kaçma hissiyatını doğuruyor. İstanbul’da “Keşke rüya olsaydı da bunu yaşamasaydık,” dediğiniz neler var?
İstanbul’da neler değişmemeliydi?
Saymakla bitmez. Emek Sineması yerinde kalmalıydı mesela. Her şeyi kâr-zarar hesabına indirgersek kendimizi bir beton çölünde buluruz. Rüya bölümleri kitabın ana meselesi dışında, karakterin dünyasıyla ilgili daha çok. Bu bölümler hem kentsel dönüşümün delirtici boyutuna işaret ediyor hem de karakterin iç dünyasına tanık olmamızı sağlıyor.
“Uyku Sersemi”nde karakteriniz Kahraman, her şeyden ve herkesten kendini yalıtarak iyileşeceğini düşünüyor. Yaşamın, kentin değişimi ve dönüşümünden kaçarak kurtulabilir miyiz?
Kahraman, melankoliden beslenen, tipik bir kaybeden değil aslında. Planlı programlı, çalışkan bir genç. Gerçekten çabalıyor, bir şeyler yapmak istiyor ama elinden bir şey gelmiyor. Kaçmayı da tam olarak seçmiyor aslında, etrafındaki hiçbir şeyi kendi seçemediği gibi.
Posta Kitap / Adalet Çavdar / 14 Ekim 2017
‘Hızlandırılmış bir şuanın içinde yaşıyoruz’
Hakan Bıçakcı’nın yeni romanı ‘Uyku Sersemi’ giderek görünüşünü ve anlamını yitiren Beyoğlu’nda geçiyor. Romanın Kahraman adlı kahramanı, bu değişimin olası yönleri konusunda rehberlik ediyor okura. Bıçakcı ile Beyoğlu’nu ve Kahraman’ın hallerini konuştuk.
Sen de Beyoğlu’nda yaşıyorsun. “Uyku Sersemi” genel olarak Beyoğlu’nda geçiyor ve buranın dönüşümünü anlatıyorsun. Ne gördün bu dönüşümde?
Romanın merkezinde bu dönüşüm var. Sadece İstanbul’u ve Beyoğlu’nu bağlamıyor tabii bu tema. Kentsel dönüşüm, kapanan, yıkılan yerler, bağımsız mekânların yok olması tüm dünyanın derdi. Konuya evrensel yaklaşmak istesem de anlatının havada kalmaması için İstanbul’da ve ağırlıklı olarak Beyoğlu’nda geçmesine karar verdim. Sadece mekân isimlerine yer vermedim. Önemli olan neresi olduğu değil, ne olduğuydu çünkü.
İstanbul için bir rehber yazmaya çalışan Kahraman adında bir karakterin var ama yazacağı rehber yavaş yavaş elinden gidiyor, yapmak istediği şey tamamen tersine dönüyor ve kendisi de bir şekilde değişiyor. Buradaki dönüşümün insani olarak nasıl bir değişim getirdiğini gözlemliyorsun?
İnsanın, klişe tabirle, kendine yabancılaşması bu. Sıfır mazi siyasetiyle yönetilen, geçmişi hiçbir zaman kaydedilmeyen, belleksiz bir toplum ve bu toplumun belleksizleşen bir bireyi var karşımızda. Köşeyi döndüğünde dün gördüğünü görememenin iki yönü var. Mesele sadece o dükkânın, mekânın orada olmaması değil, aslında kendinle kurduğun, zaman kavramıyla kurduğun ilişkinin de zedelenmesi söz konusu. Çünkü dün, bugün, yarın yok artık. Sadece hızlandırılmış bir şu anın içinde yaşıyoruz. Dün ne vardı hatırlamıyoruz, yarın ne olacak bilemiyoruz. Hep bitimsiz bir bugünün içindeyiz. Bu insanı robotlaştıran, mekanikleştiren, belleksizleştiren bir hal. Ve belleksiz insan apolitikleşiyor. Sorgulamıyor hiçbir şeyi ve kendisine dayatılan gerçeğin yerini almaya başlıyor. Kentsel dönüşümle kısıtlı değil bu konu. Medyanın ve genel olarak popüler kültürün de rolü var. İnsanlara protez hafızalar takılıyor. Geçmişte şu olmuştu, bu olmuştu, şunlar yaşanmıştı deniyor, aslında olmayan kurmaca bir geçmiş üzerinden kendimizi tanımlıyoruz.
Kahraman da kendine yabancılaşıyor bu dönüşüm içerisinde.
Şehrin değişen yüzüyle birlikte karakter de değişiyor. Bu değişime çok da duyarlı değil aslında karakter. İlk başta sadece işini yapmaya çalışıyor ama farkında olmadan yavaş yavaş onu da değiştiriyor bu süreç. Sürekli inşaat sesleri arasında olmak psikolojisini bozuyor. Dipten gelen o uğultular içinde alttan altta bir delirme de hikâyesi var. Sürekli güncellenen, yenilenen, dönüşen bir ortamda ister istemez biz de değişiyoruz. Savruluyoruz.
Senin hayatında buna benzer bir değişim hikâyesi var mı? Bu genel bir gözlem mi?
Bu kişisel bir hikâye değil aslında, genel bir gözlem. Etrafımıza baktığımızda gördüğümüz bir durum. Tabii bir sosyolojik inceleme kitabı olmayacağı için bir karakter var. Karakter beni değil, bu durumu temsil ediyor. Bu karakter üzerinden, yaptığı iş ve yaşadıkları üzerinden bütün bu kentsel dönüşüm sürecini anlatmaya çalıştım. Sorunun kendisinden yola çıkıp ona uygun bir karakter kurguladım.
Kahraman’ın rüyaları ve rüya ve gerçeklik arasında bağlantıları kaçırmaya başlıyor bir yerden sonra.
Bu da romanın ikinci boyutu. Rüyalarla yoğunlaşan ilişki, gerçeklikten kopmanın bir başka biçimi. Şehir dönüşerek gerçeklikten koparken karakter de rüyalarla ve uykusuzlukla baş etmeye çalışıyor. Bu süreçte zihinsel olarak gerçekle teması zedelenmeye başlıyor. Bu aslında kitaba ismini veren boyut. Bu bölümlerin de önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü diğer türlü öykü kentsel dönüşüm eleştirisine indirgenmiş olurdu. Bu çok önemli bir sorun ama derdim bunu bir tez havasında anlatmak değildi. Dolayısıyla o rüyalar, savrulmalar dönüşümle dirsek temasında ama doğrudan bağlantılı değil.
Finalde devam etmek için çok küçük bir adım atıyor.
Karakterin biraz çelişkili olmasına gayret ettim. Durumu romantize edip konuya tamamen depresif yaklaşarak elleri cebinde uzaklara bakan bir ruh halinde olsun istemedim. En umutsuz anda bile bir şeyler yapmaya çalışıyor. Gayretli ama elinden bir şey gelmiyor.
Sakin bir kitap. Bir yanı da şehrin mevcut halinin vazettiği kadın-erkek ilişkileri…
Böyle bir boyut da var. İnsanın kendisiyle ilişkisi parçalanınca ister istemez başkalarıyla ilişkileri de bundan etkileniyor. Bunlar bağlantılı süreçler. Şehir ve medeniyet bize güvenlik sunduğunu iddia ederken bir yandan da bambaşka bir güvensizlik veriyor. Kendimizle, başkalarıyla kurduğumuz ilişkiler güvensiz. Pasifize oluyoruz, geçmişten ve gerçeklikten kopuyoruz. Aslında bize güvenlik ve medeniyet sunan şehir bir yandan da bizi zombiye çeviriyor.
Peki, bu kadar gürültünün ve kalabalığın arasında şehrin merkezi olarak görülen yerlerden birinde yaşarken kendi akıl sağlığını nasıl koruyorsun?
Muhtemelen kafamdaki işlere odaklandığımdan, yapmak istediğim şeylerle uğraştığımdan daha az etkileniyorum. Ama tabii ki etkilenmediğimi söyleyemem. Bu uğultular hepimizi içten içe kemiriyor. İnşaat uğultusunu bir süre sonra duymamaya başlarız, biz bir noktadan sonra uyuşup onu duymadığımızı sanıyoruz ama beyin takip eder. Aslında kişisel olarak çıkışsızım bu konuda. Uzaklara gitmek gibi bir düşüncem yok. Burada kalmak ve yaşamak istiyorum. Küçük, sessiz, herkesin birbirini tanıdığı bir ortam da benim için ayrı bir korku filmi seti. Buradan kaçamayacağımı da biliyorum yani.
Karar Gazetesi / İnci Döndaş / 29 Ekim 2017
Kepçelerin ‘gömdüğü’ bir şehirli kahraman
Kitabın tanıtımı ‘belleksiz bir rasyonalitenin, kaybolmanın rüyası’ diye yapıldı. Bu hikayenin çıkış noktası ve vardığı nokta nedir?
Tuhaflaklarla dolu, tekinsiz, kâbusvari bir atmosfer yaratmak istedim Otel Paranoya’da. Ve bunu dünya dışı, doğaüstü hiçbir unsura başvurmadan yapmaya çalıştım. Tek başına gerçek olanların gerçekdışı bir kombinasyonla karakterin ve dolayısıyla okurun üstüne gelmesi. Tanıtımda söylendiği gibi rasyonalitenin adım adım çöküşü, belleğin güvenilmez ve kaybolmanın kaçınılmaz oluşu gibi durumlarla dolu anlatı.
Bir diğer çıkış noktası da hikâyenin bir güvenilmez anlatıcı tarafından aktarılmasıydı. Ana karakterin söylediklerine güvenmekte zorlanıyoruz sayfalar ilerledikçe. Bu da tedirgin edici, huzursuz, konforsuz bir okuma sunuyor.
Kısa bir öykü ancak hikayede yer alan kişi sayısı öykünün kısalığına karşın çeşitli. Aynı zamanda karakterler birbirinden ilginç. Mesela “Çorbaya kesilen saçı katıp yiyen kadın” nereden aklınıza geldi?
Bu bir önceki soruda bahsettiğim gerçek olanı kullanarak sürreal bir atmosfer yaratma denememe güzel bir örnek oldu. Bir kâse çorba, bir makas ve bir kadın. Son derece sıradan bir üçlü. Ama sonra kadın saçlarının uçlarını çorbaya kesip içiyor. Bu sıradan bir durum değil işte. Ama bunu fiziksel olarak yapması mümkün. Ayrıca bunu yaptığı için onu kimse suçlayamaz. Ne hukuka, ne fizik kurallarına aykırı yaptığı eylem. Ama tahammül edilebilecek bir manzara da değil.
Bir de öykünüzde kitaba parmesan dökülüyor. Bu neye gönderme?
Öyküde alışılageldik olan her şeye bir tür saldırı var. Her şeyin yerinin belli olduğu, düzenlenmiş medeniyet çöküyor bu otelde. Böyle bir ortamda parmesan da spagetti yerine kitabın üzerine dökülebiliyor.
Kitabın girişinde de yer alan Eagles’ın ‘Otel California’ şarkısının aksine sizin yazdığınız otel pek hoş bir yer değil. Sizce Türk okuru bu tür hikayeleri seviyor mu?
Hayır. Çoğunluğun hoşuna gitmeyecek bir tür bu kesinlikle. Sırf Türkiye’de değil, dünyada da böyle bu. Ama ben zaten çoğunluğun beğenisi için değil, bu tür arızalı anlatıların meraklısı olanlara yazıyorum. Otel Paranoya da tam anlamıyla meraklısına önerilebilecek bir deneme.
Kitabı Berat Pekmezci resimlemiş. Resimlenen kitabın farkı nedir, okura ne veriyor?
İletişim Yayınları böyle bir seri başlattı. Her yazardan bir öykü seçiliyor ve bir çizerin yaklaşımıyla birleştiriliyor. Hem yazarın hem de çizerin dünyasına yer var kitapta. Otel Paranoya bu serinin üçüncü kitabı. Berat Bekmezci son dönemde en beğendiğim çizerlerden. Öyküm için onun seçilmesi benim için de hoş bir sürpriz oldu. Öyküyü yolladığımda kimin çizeceğini bilmiyordum.
Bu öyküyü ne kadar sürede yazdınız, yazarken size neler ilham verdi, dinlediğiniz bir şarkı var mıydı?
Bu öyküyünün ilk versiyonunu üç bölüm olarak Ot Dergi’ye yazmıştım geçen sene. Üç aylık bir ön çalışma döneminden bahsedebiliriz yani. Sonra bu üç bölümü birleştirip yeniden ele alarak öyküyü uzattım. Bambaşka ayrıntılar ekledim. Bu da bir iki ayımı almıştır. Beş ayda yazdım diyebilirim kabaca. Bu öykünün başlıca ilham kaynağıysa David Lynch filmleridir.
Ben sizin bir okuyucunuz olarak ‘Otel Paranoya’ beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Nedeni ise hemen bitmesi. Neden sadece bir öykü var?
Bu kitabın konseptiyle ilgili aslında. Her yazardan bir öykü farklı bir çizerle buluşuyor.
Hikayelerinizle çok seviliyorsunuz. Hikayeciliğin sizin açınızdan en zor tarafı nedir?
Hikâye deneysel yaklaşımlara çok açık bir tür. Bu yönünü seviyorum. Zor olansa dengeyi iyi tutturmak, deneysellik dozunu iyi ayarlamak. Ne manasızca uçuk olmak, ne can sıkacak kadar sıradan olmak. Bu ikisinin arasında cereyanda kalan durumlar ilgimi çekiyor. Zor olan bu ara tonu tutturabilmek sanırım.
Siz kimleri okuyorsunuz?
Çok fazla ve çok farklı türlrde yazar var okuyup sevdiğim. Almanca edebiyat ağırlıklı olarak takıntılı olduğum alan ama sanırım. Thomas Bernhard, Robert Walser, Kafka, Zweig, Canetti gibi yazarlar…
Barış Bıçakçı, Alper Canıgüz, Emrah Serbes ve siz günümüzde en beğenilen yazarların başında geliyorsunuz. Çağdaş edebiyatçı olduğunuzu mu düşünüyorsunuz ya da tarzınızı nasıl tanımlıyorsunuz?
Teşekkürler. Bu liste daha epey uzar aslında. Son dönem edebiyatımız çok renkli bence. Ben kendimi genel olarak modernist çizgide görüyorum aslında. Otel Paranoya biraz daha postmodernizme kaymış olsa da.
Evet, hikâyelerde büyük boşluklar var. Evet, her hikâye okunmaya değer. İşte bu yüzden bu kitap, Türkçe edebiyatın Donnie Darko’su olmaya aday.
Yeni Çıkanlar / Ata Tuncer / 26 Ekim 2017
Anormallikleri teşhir etmek gibi bir takıntım var
Uyku, rüya, boşluk, yalnızlık, zaman gibi temalar metinlerinize yansıdığı kadar kitaplarınızın isimlerine de doğal olarak sirayet ediyor. Yeni romanınız Uyku Sersemi’nde de yine bu temalardan izler var. Kişinin yazar yanı kendinden bağımsız değil elbette ama yazar “persona”nızın bu temalar üzerine düşmesinin sebebi nedir? Öykü ve romanlarınız çoğaldıkça bu temalar zihninizde yazınsal bir genişlemeye mi neden oluyor yoksa zaman zaman gündelik hayatınızı zorlayan bir derinliğe, çatışmaya da yol açıyor mu?
Normal kabul edilenlerin arkasındaki, ardındaki, yanı başındaki anormallikleri teşhir etmek gibi bir takıntım var yazarken. Uyku, rüya, boşluk gibi temalara da bu amaca hizmet ettikleri için sık başvuruyorum sanırım. Gündelik hayatın içindeymiş gibi duran ama kapısı bambaşka alanlara açılan durumlar ilgimi çekiyor.
İstanbul’un karakteristik dükkânlarını temel alan bir rehber hazırlarken, bellek/mekân ilişkisi üzerinden hem İstanbul’un, hem de “Kahraman”ımızın yitişini okuyoruz, Uyku Sersemi’nde. Karakterin kaygı ve düş ile gerçek arasında gidişleri ile “bir Hakan Bıçakcı romanı” tanımına uyuyor kitap. Romanın yazım süreci nasıl gelişti?
Tam da bu paralellikten yola çıktım. Kentsel dönüşüm ve onun dönüştürdüğü bir kent sakini. İki dönüşüm iç içe. Ana tema bu olsa da, her şeyi buna indirgemek istemedim. Karakterin kendine has yaşantısına, takıntılarına ve tuhaf rüyalarına yer vererek, anlatının başka boyutlarının da olmasına gayret ettim.
Uyku Sersemi romanının bölümleri, birçok kitabınızda alışageldiğimiz gibi, çeşitli alıntılarla başlıyor. Kutsal metinler kendini, kurmaca metinler ise kendinden öncekini alıntılar, diye düşünürsek edebi metinler, yazarların birbirine eklemlendirdiği türler, akımlar, cümleler aracılığıyla edebiyatın sürekliliğini sağlar, diyebilir miyiz? Yazın prensiplerinizde kitaplarınızdaki alıntıların yeri nedir?
Başta planlamıyorum aslında. Hep sonradan ekleniyor bu alıntılar. Yazarken bir noktada aklıma geliyor temaya uygun başka metinler. Bu sefer de kaybolan İstanbul temasından dolayı eski şairlerimizin, çoğu İstanbul temalı şiirlerini kullanmak istedim.
Romanda, İstanbul’daki yaşam betimlenirken kaçınılmaz olarak şehrin kalabalığı da metne yansıyor. Günlük hayatınızda, bir yazar olarak kahramanlarınızla birlikte yaşadığınız çoklu yalnızlık, yaşadığınız şehrin fiziksel kalabalığıyla nasıl bir koşutluk içeriyor?
Şehrin kalabalığıyla ilişki durumum karışık. Hem yoruluyorum, bunalıyorum ve kaçmak istiyorum kalabalıktan hem de az insan olan sakin yerleri son derece boğucu buluyorum. Şehrin karmaşasını arıyorum bir yerden sonra. Sakin bir sahil kasabasına yerleşme gibi fantezilerim yok yani.
Edebiyatın yanında iletişimle de ilgilenen biri olarak, İstanbul’daki değişimin bir başka örneği de duvarlarında görünüyor, okunuyor. Çıkışsızlık duyguları ve arabesk dil üzerinden hem hayata karşı bir muhalefet dili oluştururken, hem de farklı bir estetiğe dokunuyor sprey boyalarla yazılan cümleler. Şehrin konuşan duvarları sizi ve düşüncelerinizi ne yönde etkiliyor?
Gezi Dönemi’nde görünür olan bu dil, yaşayarak ve gelişerek her geçen gün kendini aşıyor bence. Hayranlık duyduğum, muhteşem duvar yazılarımız var. “Kaç rüyadır uçamıyorum” bunlardan biri mesela.
İstanbul, Hatıralar ve Şehir adlı kitabında, “(…) bazı şarkıların bize bazı aşkları, sevgilileri, umut kırıklıklarını hemen hatırlatması gibi –şehrimizin sokakları, görüntüleri, manzaraları- bize tek tek bazı duyguları, ruh hallerini hatırlatan şeylere dönüşür.” diyor, Orhan Pamuk. Nostaljik bir perspektiften geçmişe baktığımızda anılarımız bir şehrin simasını da sübjektif olarak farklılaştırıyor. Bugün şikâyet ederek yaşadığımız İstanbul için “O günler de iyi günlerimizmiş.” diyerek bakacağımız bir şehir geleceği mi öngörüyorsunuz yoksa “Bundan daha kötüsü olamaz.” mı? Şehirler yaşanılan şimdinin anlık duygularıyla mı yoksa hatıralarla mı tanımlanır, hatıralar bir şehrin geçmişini ne denli değiştirir ya da muhafaza eder?
Sağlıklı bir zaman algısı dünü, bugünü ve yarını kapsar. Ancak biz bitmeyen bir bugüne hatta şu ana sıkıştırılmış durumdayız. Ne dün var ne yarın. Sıfır mazi yaklaşımıyla geçmiş sistemli olarak yok ediliyor, şekil değiştiriyor. Konu hatıraların değerini bilmenin ötesinde yani. Geçmiş kaybolunca da onun yerini tuhaf, çarpık bir nostalji algısı alıyor. Nostalji geçmişi temsil etmiyor, temize çekerek değiştiriyor.
Doğa Tarihi adlı kitabınızda, hikâyenin ana kahramanı Doğa, Doğa Tarih Müzesi’nde bir kırılma yaşıyor. Tarih olmuş, mumyalanmış doğa ölü de olsa kıpırdayacakmış gibi görünen gözleri, yaşadığı şimdinin parçalanmışlığıyla yüzleştiriyor onu. Bu sembolik anlatım üzerinden Doğa ve Doğa Tarih Müzesi arasındaki bu bağ, yazar müzeleri ve yaşayan yazarlar arasında yazma bağlamı üzerinden de kurulabilir mi? Sevdiğiniz bir yazarın “yazar evi” ya da “müze”sinde o yazarın geçmişinde kendi şimdinizi gördüğünüz, güçlü bir an yaşadınız mı? Müzeler ve yazar evleri, bir yazar olarak sizde neler çağrıştırıyor, şehrin ya da hatıraların ne kadarını muhafaza edebiliyor?
Yazar evleri, müzeleri falan hoş tabii, keşke daha da çok olsa. Ama yazarlarla kurduğum en güçlü bağ kitapları üzerinden oluyor.
Önceki romanınız Doğa Tarihi’nde tahribat, insan ve doğa üzerinden verilirken, Uyku Sersemi’nde bu kez şehir ve hafıza üzerinden bir yıkım, “dönüşememe”, kayboluş hikâyesi okuyoruz. İki kitabınıza da yansıyan bu çevresel tüketme/tükenme durumu tematik olarak birbiriyle örtüşse de yazım aşamalarına ne gibi farklılıklar gösterdi? Bir devam kitabı olmamasına rağmen iki roman arasında birbirine değen dişlilerden ne kadar söz edebiliriz?
Tematik yakınlık olduğuna kesinlikle katılıyorum. Yine de yazarken bunu pek düşünmedim. Her romanın kendine has bir atmosferi, olay örgüsü, karakterleri oluyor. Arka plandaki tema bu ayrıntılarla kendine has bir yere gitmeye başlıyor.
Distopyalar üzerinden de çeşitli çalışmalar yapıyorsunuz. Bir entelektüelin ilk hayali “Ütopya”ydı, bunun edebi anlamda “Distopya”ya dönüşümü yıllar içerisinde oldu fakat günümüz edebiyat ve sinemasında ütopyalar hemen hemen kayboldu. Sizce neden kötücül, karanlık gelecekler, “olmayan güzel yer”lerin hayalinden daha baskın hale geldi?
Ütopya ile distopya bir noktada birbirinin içinde eriyen kavramlar aslında. Birinin ütopyası, bir başkasının distopyası oluyor. Ütopya başta masum ve pozitif görünüyor. Ama istenmeyen insanların, toplumların ve durumların yer almadığı ütopyalar aslında bir tür Nazi vizyonunu da beraberinde getiriyor. Ayrık otlarından kurtulmuş bir toplum. Bu ayrık otları ise distopyaların başrolünde yer alıyor. Ve onların başrolde olduğu anlatılar daha gerçekçi ve cazip bulunuyor.
Ütopik hikâyelerde toplum ön plandayken, distopyalarda ülke lideri “başrolde” yer alıyor ve ülkenin “yüzü” haline geliyor. Liderlerin akıbeti toplumun geleceğini belirliyor. Günümüzde her ülkenin kendisiyle “özdeşleşen” lideri fazlasıyla öne çıkıyor. Bu bağlamda günümüz dünyası, bir distopyaya ne denli yakın?
Korkutucu derecede yakın. Ve bir yandan da farklı. 1984 gibi modern distopyalardaki kehanetlerin yarı yarıya gerçekleşmiş olduğunu görüyoruz. Tabii zamanla distopyalar da biçim değiştiriyor. Yani 1984’ten farkları da var içinde bulunduğumuz distopik ortamın. Örneğin gözetlenmek değil, görünmemek en büyük korkumuz.
Yeni romanın dumanı üzerinde ama sıradaki çalışmalarınızla ilgili bir ipucu var mı? Özellikle Ot Dergi’de gördüğümüz desenlerinizin, çizimlerinizin de yer aldığı bir kitap oluşturmayı düşünüyor musunuz?
Hiç düşünmedim. İddialı olduğum bir konu değil çizim. O çizimleri de derginin editörlerinin ısrarı ve cesaretlendirmesiyle yollamaya başladım. Böyle bir kitap düşüncem yok yani. Yine de büyük konuşmamak gerekir.
Cumhuriyet Kitap / Asuman Kafaoğlu Büke / 19 Ekim 2017
Şantiyeden bir şehir
Son birkaç gündür aklıma Woody Allen’in Kahire’nin Mor Gülü (1985) filmi geliyor. Başrol oyuncusu, bunalımlı ruh hâliyle kaçıncı kez aynı filmi izleyen seyirciyi (Mia Farrow) fark edip beyaz perdeden dışarı çıkıyordu. Sinemada ve edebiyatta gerçek ile kurguyu birbirine karışmış şekilde veren çok sayıda eser vardır ama ben ilk kez bu hafta, Hakan Bıçakcı’nın yeni romanı Uyku Sersemi’ni (İletişim Yayınları) okurken kendimi böylesine bir romanın içinde hissettim. Romandaki sesler bizim mahallenin inşaat gürültüsüyle karışıyordu.
Uyku Sersemi’nin ilk bölümünün adı “Mutlu Son” ve tabii bir roman mutlu sonla başlıyorsa işler kötüye gidecektir, okur önsezilerimiz bunu söyler bize. Kahraman adlı roman kahramanı, senelerdir üzerine çalıştığı İstanbul rehberinin yayımlanması konusunu görüşmek üzere yayınevine gider. Çok olumlu geçen toplantıda rehberin yüz binlerce adet basılacağı ve birçok farklı dilde aynı anda piyasaya sürüleceği konuşulur. İstanbul’un tarihî ve az bilinen güzelliklerini tanıtacaktır kitap: eski sinema salonları, pastaneler, kitapçılar, meyhaneler… İstanbul’daki tarihî ve önemli yerlere odaklanan, alternatif bir şehir rehberi olacaktır kitabı, “İstanbul’u derinlemesine gezmek isteyen turistler ve yaşadığı kente düşkün insanlar için benzersiz bir başvuru kitabı” olmasını ister. Her şeyi listelemeyi seven Kahraman sevdiği ve sık gittiği mekânları bir kitapta toplayacağı için ayrıca mutludur. Toplantıdan çıktığında içi içine sığmaz, sevinç içinde reklam şirketinde çalışan sevgilisi Elif’in evine gidip ona yemek hazırlar.
MUTLU SONLA BAŞLAMAK
Yaralı bir örümceğin olası varlığı dışında her şey normal görünür. Belki Kahraman’ın hayatının en mutlu ve umutlu günlerinden biridir. Her şey hem normaldir hem de her İstanbullunun bildiği ve alıştığı şekilde, çok anormaldir. İstiklâl Caddesi’ni “patlamak üzere olan bir bomba” olarak betimler. Beyoğlu’nda sokak başlarında TOMA’lar ve polis zinciri arasından geçmek gerekir. Ara sokaklara girildiğinde şehrin her tarafında olduğu gibi hafriyat ve çimento kamyonları beton çölüne dönmüş şehrin yollarını tıkar. “Beton bombardımanı altında bu şehir”de Kahraman mümkün olduğunca aklını takmadan, tinerci sokak çocuklarının arasından slalom yaparak hedefine ulaşmayı başarır.
Kahraman’ın kendi evi de şehrin şantiye hâlinden payını alır. Bitişik nizam evlerden oluşan mahallesinde her iki yanındaki apartman yıkılmış, inşaatları sürer. Doğal olarak Kahraman’ın gece uykuları da bozulmuştur çünkü inşaatlar geceleri devam eder. Gece çalışmayanlar ise hırsızlıktan korunmak için projektörlerle tüm mahalleyi aydınlatır. Gündüzleri gürültüden geceleri ise yapay ışıktan bütün şehir halkı yorgun düşer.
Romanın ana teması ise aslında herhangi iki İstanbullu yan yana geldiğinde ne konuşuyor, neden dertleşiyorlarsa o. Ama Kahraman’ın hali hepimizinkinden daha kötü çünkü onun hevesle yazmaya başladığı rehber, her geçen gün içeriğini yitirir. İlk görüşme için gittiği kitapçının yakında kapanacağını, tarihî sinema salonunun devredildiğini, eskiden sık sık gittiği pastanenin ise çoktan parfümeriye dönüştüğünü görür. Büyük bir hızla yaşadığı şehir, karakterini kaybediyordur. Karakter ile birlikte anılar da yok olmaya başlar.
Kahraman’ın hayatında canlı varlığını koruyan şeylerle git gide solan şeyler ayrı önemde duruyor. Örneğin, artık dinlemediği müziklerin topluluklarının tişörtlerini gece yatarken pijama niyetine giyiyor. Faith no more ya da Kraftwerk tişörtleri gibi ama bunlar artık dinlenmeyen müziği simgelediği için solmuş. Unutuluşu, silikleşme ile simgeleştirerek anlatıyor.
Bir yandan unutuluş silinmeye neden olurken yaşananlar da dönüşümü tetikliyor. Örneğin Kahraman’ın komşusu kadın, sürekli azar işittiği kocası yüzünden zamanla değişime uğruyor: “Buraya taşındığımdan beri adım adım izliyordum çöküşünü, neşeli tabiatı yavaş yavaş bozulmuştu.” Sonunda değişim çoğaldığında başka bir benlik, başka bir görüntü bile çıkıyor ortaya.
DİSTOPYA
Bıçakcı, Alzheimer hastası bir şehir portresi çıkarıyor ortaya. Anıları, geçmişi, tarihi silinen bir şehir. Yazının başından beri sık sık çok tanıdık bir ortamı anlattığını söylüyorum belki ama bir romanda bu gerçeklerin sıralanması (ki Kahraman’ın en sevdiği şey sıralamak) nasıl bir distopya içinde yaşadığımızın kanıtı gibi duruyor.
Distopyalar, insanlık koşullarından çıkmış bir ortamdaki yaşamı anlatır; edebiyat tarihinin en bilinen örneklerinde olduğu gibi pesimist bir dünyada, insan kalma çabasını… Bıçakcı da tüm gerçekleriyle anlattığı şehrin dönüşüm hikâyesini bir distopyaya çeviriyor.
Uyku Sersemi’nin başı ile sonu döngüsel yapıda birleşiyor: ilk başta şehri gezen turist grubu romanın sonunda yine aynı yönde ilerlerken görülüyor. Belki bu yüzden romanın ikinci yarısında biraz tekrara düşüyor anlatı. Kahraman benzer olayları tekrar tekrar yaşarken her seferinde aynı duygulara götürüyor okuru. Hep aynı şekilde dönerek dans edenler de yaşam sevinci yerine anlamsızlığın simgesi hâline geliyor.
SabitFikir / Seda Ateş / Kasım 2017
Farklı çıkmışsın biraz
Kahraman Kara yirmi dokuz yaşında; çevirmen, bir yandan editörlük ve redaktörlük de yapıyor. Tarlabaşı’nda yaşıyor. Liste hazırlama hastalığından mustarip Kahraman Kara’nın günleri senelerdir uğraşmakta olduğu “İstanbul Kitabı” için çalışarak geçiyor. Reklam yazarı sevgilisi Elif’le, iş çıkışı buluşup yemek yiyip film izledikleri, pek de tutkulu olmayan bir ilişkileri var. Ikea’dan döşenmiş evinde kedisiyle yaşıyor.
Bir gün, kitabındaki en önemli bölümlerden birini oluşturacak kitapçının kentsel dönüşüme kurban gidip kapanacağını öğrenince morali bozulsa da pes etmiyor ama kitabın sayfalarını bir bir yırtan gizli el de boş durmuyor; pastanenin, sinemanın, ilk kitapçının yerine geçecek ikinci kitapçının da kapanacağı haberi kabus gibi çöküyor Kahraman’ın üstüne.
Bir sabah o uyurken fotoğrafını çekiyor Elif. Fotoğrafa bakınca kendisi yerine bambaşka bir adamı görüyor Kahraman. Elif meseleyi “Farklı çıkmışsın biraz” deyip geçiştirse de, Kahraman bunu uyku sersemliğine bağlasa da işler bambaşka bir hal alıyor, ilk bölümün sonunda Kahraman şöyle diyor: “O alelade pazar sabahından sonra, hiçbir şeyin bir daha asla eskisi gibi olmayacağını anlamıştım.”
Uyku Sersemi Hakan Bıçakcı’nın altıncı romanı. Üç bölümden oluşan roman daha ilk bölümün girişindeki paragrafla bile tipik bir Hakan Bıçakcı metni okuyacağımız müjdesini veriyor; ilk sayfadan romanın hem sakin hem de gergin, tedirgin eden, rahatsızlık veren ama tuhaf bir biçimde boğuculuktan uzak atmosferini hissettiriyor.
Kahraman’ın önceleri yalnızca uyurken, sonraları uyanıkken başka bir adama dönüşmesi, “İstanbul Kitabı” projesinin baltalana baltalana yüzbinlerce basılıp dünya dillerine çevrilecek güncel bir İstanbul rehberinden İstanbul’un artık olmayan tarihi mekanlarını anlatan bir nostalji kitabına dönüşmesiyle paralel ilerliyor. Bu dönüşümün yarattığı psikolojik gerilim metnin içinde tekrar eden cümlelerle, ve rüyalarla yansıtılıyor. Uyku, rüyalar ve kabuslar Bıçakcı’nın bu romanında da başrolde ama bana göre bu kez kahramanın yaşadığı an ve rüya katmanlarının geçişli halinin bir muğlaklık yaratıp, kurgunun ana zamanını zedelemesini istememiş yazar. Örneğin Karanlık Oda’nın isimsiz kahramanının rüyaları romanın zamanını tamamen muğlaklaştırıyor, rüya, şimdiki zaman, geçmiş hepsinin birbirine karışmasını sağlıyordu. Oysa Kahraman ister tek bir rüyadan ister iç içe geçmiş rüyalardan uyansın, daima kurgunun ana zamanına dönüyoruz.
“Ben hiçbir zaman dışarıdan gelen canavarları, yaratıkları, uzaylıları korku unsuru olarak görmüyorum, tam tersi onları öldürüp birbirine sarılan o insanları, o babaerkil toplumu korku unsuru olarak görüyorum. Var olan düzeni sorgulamaya çalışıyorum,” diyordu bir röportajında Hakan Bıçakcı. Uyku Sersemi’nde rüyaların yanı sıra İstanbul’un insana tedirginlik ve endişe veren dönüşümünü de başarıyla bir korku unsuru olarak kullanmış. Devasa bir şantiye alanına dönen İstiklal Caddesi, caddede daima hazır bekleyen tomalar ve polisler, alüminyum inşaat perdelemeleriyle ulaşılmaz hale gelen deniz, kentsel dönüşüm sebebiyle yıkılan apartmanlar, birer birer kapanan dükkanlar, Arap turistler, yol kesen tinerciler, belediyenin mega video ekranları, içinde kimsenin yaşamadığı lüks siteler… Yani çoğumuzun tanıklık ettiği İstanbul kabusuyla Kahraman’ın ilişkisinin ipucu, “İstanbul Kitabı”nın başındaki Calvino alıntısında: “Kentlerle ilişkimiz rüyalarla olduğu gibidir.”
Vatan Kitap / Caner Almaz / 15 Ekim 2017
Kayıp bir şehrin rehberi
Gündelik hayatımızda, farkında olmadan kabullendiğimiz bir sürü şey oluyor: Zamanın durmadan akması gibi, yaşlanmamız gibi, yaşamların sona ermesi gibi, insanların değişmesi gibi. Kontrolümüzde olmayan durumlara karşı verdiğimiz tepkiler, genellikle monotonlaşan bir sistematiğe sahip. Fakat öyle şeyler vardır ki, onlara alışmak ve kabullenmek zordur. Mesela içinde yaşadığınız şehrin günden güne değişmesi buna örnek olabilir. Sürekli gittiğiniz mekânlar, bir gün ansızın kaybolur. Kentin dönüşümü adı altında, koskoca uygarlıklara ev sahipliği yapmış şehrin belleği temizlenmeye, terbiye edilmeye ve hatta yok edilmeye çalışılıyorsa, bunu kabullenmeniz hiç de kolay değildir. Psikolojisi bilerek bozulan bir kentte ve ülkede yaşamak, kendi psikolojinizin bozulması için yeterli ve güzel bir sebeptir. Hakan Bıçakcı, “Uyku Sersemi”nde hızla değişen-dönüşen bir şehirde yaşayan ve değişimin içinde hapsolmuş bir bireyin akıl ve ruh sağlığına yakından bakıyor.
Değişimin peşinde
Kitabın ana karakteri Kahraman, İstanbul’la ilgili farklı bir şehir rehberi hazırlamaktadır. İçeriği, kentte gidilmesi, görülmesi, ziyaret edilmesi gerekli mekânlar ve bu mekân sahipleriyle yapılmış söyleşilerle oluşturulacaktır. Bu kitapla ilgili olarak yayınevine görüşmeye gider; yayınevi editörleri fikri beğenmiştir ve Kahraman’dan çok daha kapsamlı, birçok dile çevrilip basılabilecek, turistlere rehber olabilecek bir kitap hazırlamasını isterler. Kahraman, çalışmaya başlayınca yıllar önce aldığı notların güncel olmadığını, bazı mekânların kapandığını, kapanmak durumunda kaldığını ziyaretlerinde görür. Kahraman, zaman geçtikçe, söyleşileri biriktirdikçe, konuştuğu bazı mekânların kapandığını, kapanacak olduğunu öğrenmeye başlar. Bu süreçte, bu mekânların yerine başkalarını koyar. Sürekli değişen kent gibi, kitabı da her mekânda biraz daha dönüşmektedir. Kahraman, aynı zamanda uyku sorunu yaşayan birisidir. Geceleri çok az uyuyabildiği için, gündüzleri inşaat gürültüsü içerisinde sürekli uyuklamaktadır. Bu uykular sırasında da birçok, içiçe geçmiş rüyalar görmektedir. Bir akşamüstü, uykudayken kız arkadaşı Elif fotoğraflarını çekmeye başlar. Uyandığında Elif’in çektiği fotoğrafları gören Kahraman, fotoğraftaki adamın kendisi olmadığını fark eder. Büyük bir huzursuzlukla beraber, o günden sonra düşünceleri ve hareketleri iyice karmaşıklaşır. Elif de çektiği fotoğraflarda aynı şeyi görür ama bunu Kahraman’a söyleyemez. Bir süre sonra şahit olduğu bu durum nedeniyle Kahraman’la konuşur ve ayrılmaya karar verirler. Kahraman’ın çalışmaları şehir tarafından sürekli baltalanır. Kent sürekli değişmektedir. Söyleşi yaptığı yerler bir bir kapanır. Uzadıkça uzayan çalışmalar sonrasında yayıneviyle yeniden görüşür. Kitabın içeriğinin değişmesine karar verirler. Artık bir kent rehberi hazırlamayacaktır. İstanbul’da kapanan mekâlara dair bir kitap hazırlaması istenir, ki zaten çoğunu farkında olmadan hazırlamıştır bile. Hakan Bıçakcı, İstanbul’un hızla değişen ve dönüşen yüzünü, “Uyku Sersemi”ne konuk ediyor. Kentin dönüşümünün şehrin sakinleri üzerinde nasıl bir yabancılaşmaya dönüştüğünü, kahramanının yüzünü tanıyamaması üzerinden aktarmaya çalışıyor. Kendisine baktığında yüzünü tanıyamayan bir karakter, sokaklarına, binalarına, insanlarına baktığınızda tanıyamadığınız bir şehrin hikâyesini anlatıyor. “Uyku Sersemi” ile günümüz İstanbul’una ve hızla dönüşen şehirde sıkışıp kalan, bunalan, kaybolan kahramanlara yakından bakıyor Hakan Bıçakcı. Tanıdığınızı sandığınız bir kentin hızla yabancı bir hal almasını, gerçekçi ve sarsıcı bir dille aktarıyor.
Gazete Duvar / Funda Cantek / 27 Ekim 2017
Hepimiz aynı şehirde mi yaşıyoruz yoksa?
Melih Gökçek gidecek mi, gitmeyecek mi tartışması sürerken, istifası geciktikçe ona intikamcı bir tavır vehmedip, bu intikamcılığı da içimizi soğutmak için kullanıyoruz. Gökçek’in inadıyla muktedirin çileden çıkmasını izlemek her ne kadar hoşumuza gitse de, o ve benzerlerinin AKP iktidarı boyunca, inatla, iştahla ve pis bir sırıtışla Türkiye’de kentlerin giderek karaktersizleştirilmesine aracılık ettiklerini de sık sık hatırlamak lazım. Hatta bu dönüşüm seferberliğinin, AKP karşıtı olanlardan bile onay gördüğünü de…
Kentsel dönüşüm diye şık bir tabirle anılmasına rağmen, yıkım, yeniden inşa ve nihayetinde rant sağlamak için kentleri yerle bir etmek çağımızın kabusu. Tabii yaşadığı şehri önemseyen, mekanla dikey, yani yakın ve derinlikli bir ilişki kuran, yer duygusu güçlü olan insanlar için.
İşte Hakan Bıçakcı’nın Uyku Sersemi romanı böyle bir kabusa uyandı. Geçtiğimiz haftalarda çıkan kitabın kahramanı Kahraman Kara, kentsel dönüşümün karabasan olup uykusunu haram ettiği bir metropol sakini. Kelime anlamıyla da sakin olan yaşamı ve zararsız tabiatı, bir yayıneviyle anlaşarak hazırlamaya giriştiği İstanbul kent rehberiyle heyecan dalgasıyla ve yaşama sevinciyle sarmalanıyor. Sevgilisi Elif, piyasa ekonomisinin cilalı imajını üreten reklam sektöründe hayatı sorgulayan bir karakter. Dul annesi, oğlunun ergenlikten olgunluğa geçiş yolunu tıkayan bir vekilharç. Zamanın dışına düşmüş babaannesi, zamanın ruhunu taşımayan Kahraman için akran sayılır. Sonradan hayatına giren temizlikçisi Serap ise Kahraman’ın sınıfsal ve kültürel önyargıları aşmasını sağlayan, kayıt dışı ekonominin sömürü düzeni içine hapsolmuş bir emekçi. Bu kadınlar ve bir de kedisi Kahraman’ın hayatının yapı taşları.
İstanbul’un hemen hemen her semti gibi inşaat gürültüsünün fon müziği teşkil ettiği, molozların şehir mobilyasına dönüştüğü bir semtte yaşıyor Kahraman. Ama onun peşinde olduğu bir başka İstanbul var. Kentsel dönüşümün tozu dumanına karışıp kaybolmadan bir rehbere hapsetmek istediği, kendine has dokusu, kokusu ve kültürüyle metropol haline gelmeden önceki İstanbul. Yazarlığa soyunmasına vesile olan mekanlar kentsel dönüşüme ve zincir mağazaların zulmüne teslim olup birer birer kapandıkça, Kahraman da içine kapanıyor. Onun dönüşümü Elif’in çektiği bir fotoğrafta kendisinden başka biri gibi göründüğünü fark etmesiyle başlıyor.
Hakan Bıçakcı’yla Uyku Sersemi hakkında yaptığımız sohbette, Kahraman Kara’nın ironik adının onu tipik bir kaybeden gibi göstermesi niyetiyle seçilmediği ortaya çıkıyor. Çünkü Kahraman, çalışkan, hayata bağlı ve titiz biri. En azından başlangıçta. Kentsel dönüşümün birbirine benzer kıldığı sokaklar, mahalleler, gürültü ve kaos onu yıldırıyor ama asıl tasası, her gün biri tarihe karışan kadim İstanbul mekanlarının kaybı. Onlar bir bir kayboldukça, en büyük hayali olan İstanbul rehberi de hayal olacak çünkü. Bugün onlarca yıllık bir sinema, yarın tarihi bir pastane, derken kuşaklar boyu hizmet vermiş bir sahaf… Kahraman, muvazenesini bu mekanlarla birlikte kaybederken, TOKİ’leşen, siteleşen, rezidanslaşan şehir de romanın ana karakterlerinden biri olarak bizi huzursuz etmeye başlıyor. Kahraman onca derdi arasında bir de kentsel dönüşüm için dertlenmekle uğraşmıyor ama. Bunun için dertlenmeyi okura bırakmış, öyle diyor Bıçakcı.
Romanı bitirdiğimde, yine aynı soru kurcaladı kafamı: Son on-on beş yıldır, hepimiz aynı şehirde yaşıyormuşuz gibi gelmiyor mu size de? Şehir planları, konut ve sosyalleşme alanları, kamu binaları, üslup denemeyecek, rantı maksimize etme kaygısıyla yapılmış mimari çiziktirmeler, alışveriş mekanları, parklar, caddeler, hatta şehir mobilyaları nasıl da birbirlerine benziyorlar. Artık hangi şehirde yaşadığımızı ayırt etmek mümkün olmuyor. Amaçları ve tarzları aynı aç gözlü gayrimenkul ortaklıklarının inşa ettiği birbirine benzer siteler, TOKİ imparatorluğu haline gelen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yığma binaları neredeyse taşra-büyük şehir ayrımını ortadan kaldırdı.
Mahalle kültürünün çözülüşü ve merkezin kaymasıyla konut alanlarının şehrin kenarına yönelmesi ve otopark sorununun yarım asırlık, görmüş geçirmiş binaları yıkıma mahkum etmesi, bir yerleşime karakterini veren temel unsurları birer birer yok ediyor. Motorize dünya şehirlerin tarihlerini, doğal dokularını ezip geçiyor. Bir mimari üslupla, bitki örtüsüyle, kozmopolit nüfus yapısıyla, bir iş koluyla, bir sosyal ilişkiler ağıyla anılan şehirler tek tipleştikçe ve geçmiş de Bıçakcı’nın deyimiyle “nostalji kavramına indirgendikçe” şehir görülesi ve sevilesi bir yer olmaktan çıkıyor, sakinleri içlerine kapıyor, bu içe kapanma eve ve AVM’lere kapanmayla sürüp gidiyor. Hazır beton ve granit, ahşabın, mermerin yerini alıyor. Tüketim kültürünün vaaz ettiği gibi, daha eskimeden yenileniyor yaşam alanları. Eskimek yenilmek anlamına geliyor çünkü.
Bıçakcı’nın Kahraman’ı da değiştirmeye elinin varmadığı tekleyen bilgisayarı, suyu aniden soğutan şofbeni ve eprimiş yeşil koltuğuna bir vicdan borcu duyuyor ve eşyanın eskirken verdiği eziyeti, çok sevilen bir dostun küçük kaprisleri gibi karşılıyor. Yenilemeye, moda olana tepkisi, hayalini kurduğu mekanları elinden alan zamanın ruhuna duyduğu düşmanlıkla birleşiyor.
Artık eve bağımlı hale gelmeye başlayan ve pencere kenarındaki koltuğundan sokağı izleyerek vakit geçiren babaannesiyle yaptığı son derece düşük tempolu yürüyüşler, aynı zamanda hızlanan ve değişen dünyaya meydan okuma gibi. Bıçakcı bunlara “protesto yürüyüşü” diyor. Yaya olmak hız çağında devrimci bir konumlanış. Motorize olanın göremeyeceği yerler, ayrıntılar keşfetmek, neoliberal düzenin kurallarına uymayı reddetmek demek. Çevreye ve iklim değişikliğine, kentsel dönüşümün tahribatına ters düşmek, hayatı yavaşlatıp sindirerek yaşamayı seçmek. Kahraman, babaannesi ölünce hızla akan bir dünyada öksüz kalıveriyor.
Neredeyse on yıldır hafıza yürüyüşleri düzenliyorum bu sevilmeyen, kararıp kaldığına inanılan şehirde, Ankara’da. Gerek ders kapsamında, gerekse merak edenler için yaptığımız bu yürüyüşlerde, şehrin çocukluğu, gençliği ile tanıştırmak istiyorum katılımcıları. Şehrin üzerindeki örtüyü kaldırmak… Yoktan var edilmiş bir şehir olmadığını, dinlemek istersek bize birçok hikaye anlatabileceğini göstermek istiyorum. Benedict Anderson’un isabetle ifade ettiği gibi, coğrafyayı zamana yerleştirmek için, şehrin eski mekanlarını, insanlarını, olaylarını, hikayelerini bilmek çok önemli. Uyku sersemi Kahraman da bir İstanbul rehberi hazırlayarak bunu yapmaya çalışıyor benim anladığım. Hepsi estetik operasyonlarla birbirine benzetilmiş, yıldız olmuş zamane şehirlerine karşı, çarpık çurpuk, kusurlu, eski ama şahsiyetli karakter oyuncularını tanımak, anlatacaklarını dinlemek çok kıymetli. Şehrinizi tanısanız, belki seversiniz…
İleri Haber / Berna Metin / 12 Kasım 2017
Betonlaşan şehirde kahraman olmak
Uyku Sersemi’nin şarkıları, filmleri, kitapları listemeyi pek seven kahramanı Kahraman Kara ilk kez “işe yarar” bir liste yapmıştır. İstanbul’un tarihi mekânlarını; pastaneleri, sinemaları, sahafları listeleyerek bir “İstanbul Rehberi” oluşturmuştur. Yayıneviyle görüşmüş bu fikri kitaplaştırmıştır bile. Üstelik bu öylesine bir kitap değildir. Bir turist rehberi niteliğinde, onlarca dile çevrilecek bir kılavuz kitaptır.
Üç ana bölümden oluşan Uyku Sersemi’nin ilk bölümü Kahraman’ın kitabının basılacağı haberini yayınevinden almasıyla başlıyor. Bölümün ismi bu yüzden “Mutlu Son” fakat dikkatli bir okur mutlu başlayan bir romanın mutlu bitmeyeceğini yahut mutlu devam etmeyeceğini az çok bilir. Üstelik roman kahramanımız İstanbul gibi hız kesmeden betonlaşan ve koca bir şantiyeye benzeyen bir kentte yaşıyorsa.
Hevesle başladığı kitabının çalışmalarını hızlandıran Kahraman Kara, İstanbul’un tarihî mekânlarının kapandığına, pastanenin parfümericiye, kitapçının köfteciye dönüştüğüne tanık olur. İstanbul inşaat gürültüsüyle boğuşurken, Kahraman’ın kitabı azar azar ufalanmaya başlar. Bu ufalanma ne şehirle, ne kitapla kalacaktır üstelik. Kahraman’ın kendi de yavaş yavaş “bilmediği biri”ne doğru evrilmeye başlar. Anılar silinmeye, sevgililer terk etmeye, tanıdık sokaklar sanki hiç adım atılmamış yeni meydanlara dönüşür. Aynadaki ben, kişiye öteki, bir başkası ya da hiç tanışılmayan biri gibi görünmeye başladığında evin de aynı değildir artık, kedin de kanepen de. Böyle zamanların sığınılan tek dostu rüyalar yerini kabuslara bırakır.
Patlamak üzere bir bomba olan İstiklal Caddesi, şehrin meydanlarını çevreleyen Tomalar, sokağımızda yeşilin göründüğü tek yerin manav tezgâhındaki marul standı oluşu hepimizi çıldırtmaya yetmese de Kahraman’ın yaşam döngüsünü kırar. Yüzü değişir, sesi değişir, kitabı değişir ve en sonunda adresi değişir. Aslında bu tam bir çıldırış mıdır yoksa gerçekliğe sahici bir kafa tutuş mu, onu anlamak zor. Kitabın ilerleyen bölümlerinde gerçek yaşam ve rüyalar harmanlanır. Rüyalarla birlikte okur da gerçeklik algısını zaman zaman yitirmeye başlar. Uykunun sersemliği okura da bulaşır.
Son söze yaklaşırken, tarihiyle övünülen koca şehirde kedinizin ölüsünü gömecek küçük bir toprak alan bulamazsanız yapacağınız en olağan şey onu bir konteynıra atmaktır. Tıpkı bir çöp gibi. İnsan tiksindiği bu gerçeklikten ancak kaçarak hayatta kalır. Roman kahramanımız Kahraman da işte tam olarak bunu yapıyor. Sadece kendi hayatını kurtarıyor. O kendi hayatının kahramanı.
Calvino Görünmez Kentler’de şöyle diyordu “Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır.” 180 sayfalık Uyku Sersemi ise sonunda başladığı gibi bitiyor, şehri henüz tanımayan bir turist kafilesinin peşinde. Yeni sorular ve yeni cevaplar eşliğinde.
BiaMag / Büşra Küçük / 4 Kasım 2017
“Bir Varmış, Bir Yokmuş” İstanbul
İstanbul bugün hala bize bir şeyler anlatmak istiyor. Ancak ne biz onu duyacak kadar “uyanığız” ne de o sesini duyuracak kadar güçlü. O çok yorgun, biz çok uykulu…
Mutfak pencerem bir süredir bir yıkıntıya bakıyor. Dönüştürülmek üzere yıkılmaya başlanan ve muhtemelen ortaya çıkan bir pürüz sebebiyle yıkımı yarım bırakılan bir gecekondu var yanı başımda. Terk edilmiş, hem bir çöplük hem de bir mezar görüntüsü veren. Duruşuyla ölümü çağrıştıran, ölmüş bir tarihi ya da. Orada geçirilen zamanın artık geri dönülmez bir yola girdiğini ve mekandaki biçim değişikliğiyle orada yaşayanların bambaşka varlıklara dönüşeceğini haber veriyor.
Altı ay öncesine kadar capcanlı bir evdi oysa. Ağaçlı bahçesinde kedileri olan, gece pencerelerden yaydığı sarı ışığın canlılığıyla şehrin küçük bir toprak parçasına sapasağlam tutunduğunu kanıtlamış bir evdi. Gerçeklik hissi veriyordu etrafa. “Buradayım ve ağaçlarım, kedilerim, kuşlarım var” diyordu. “Doğanın bir parçası olmayı hala başarabiliyorum. Siz ara katlardaki steril hayatlarınıza devam edin, benim böceklerim var” diyordu. “Siz üst katlardaki göğe tırmanma hırsınıza devam edin, benim toprakla temasım, yeryüzüm var.”
Sonra gittiler. Hem evin sahipleri, hem bahçede takılan kediler… Ev yarı yıkılmış bir harabe olarak kaldı.
Salona geçelim. 1,5 yıl önce buraya taşındığımda, mahalleyi geniş bir açıdan gören bir balkonum vardı. Bugün balkon yine mahalleyi görmeye devam ediyor ancak şöyle bir fark var: Tam karşımda yükselen kocaman gökdelenler genişliğin üzerine kara bir gölge gibi düştüler. Genişlik ve ferahlık hissim de böylelikle alı konuldu. Deniz ya da orman görmeyi hayal etmiyordum tabii fakat gökyüzünün parsellenmesini de beklemiyordum. Bakmıyorum bir süredir o tarafa.
Evin içinde olmak zorundayım velhasılıkelam. Dışarıyla hiçbir bağım olmamalı. Dışarısı bana gürültü, toz ve kaos dışında bir şey vermemeye yemin etmiş gibi. “İstanbul’da yaşayacaksan bunlara katlanmak zorundasın!” der gibi kocaman tükürüklü bir ağız. “İşine gelirse!” der gibi “reklam panosundan dişlerini gösteren kirli bir sırıtış”.
Hüzün kaplıyor etrafımı. Tanımlayamadığım bir ağırlığın hüznü. Şehrin en belirgin yanı bu artık: Hüzünlü bir ağırlığının olması…
Hakan Bıçakcı son kitabı “Uyku Sersemi”nde (İletişim Yay. 2017), tam da beton yıkıntıların arasından hüzünle bakan yüzümüze çevirmiş aynayı. İçimizden bir “Ah!” yükseltmiş adeta. İşin kötü tarafı aynada gördüğümüz yüz bile bize ait değil artık. Yaşantılarımız ve deneyimlerimiz; mahallemizle, sokağımızla birlikte buharlaşıp uçmuş. Toprak gibi üstü asfaltla kaplanmaya başlamış hafızamızın. Aynada görmek istemediğimiz yüz yalnızlıktan deliren yüzümüz mü, doğadan kopmuş yüzümüz mü bilemez olmuşuz. Ortalıkta dolaşan bizim; duygudan, istekten, tutkudan, zamandan koparılmış bir temsilimiz mi veya kötü bir taklidimiz mi? Taklit gibi görünüyor, evet. Ancak bir tarafımız ayrışmak istiyor bu taklitten. Tıpkı kitapta olduğu gibi… Yalnızca ayrışıp onu yok ederse varlığının eski “insani” günlerine geri dönebileceğini bile düşünüyor olabilir. Esas “ben”, betonlar arasında kendini yitiren “ben”i kendine getirmeye çalışıyor. Metropol insanının çaresiz çırpınışlarına acıyarak ve üzülerek bakıyor bunu okuyan metropol insanı. Delirmemek için uzaktan bakıp hüzünlenmeyi seçiyor belki de. Azıcık yaklaşsa delirecek, biliyor. Kitapla ilişkimiz çok gerçek oluyor böylelikle, çünkü sadece okuduğumuz değil içinde boğulduğumuz bir kara ütopyayı gözler önüne seriyor.
İnsan anıdan başka nedir ki? Kentsel dönüşüm diye yok edilen sadece şehir değil. Sokaklarda, evlerde, işyerlerinde bize çok benzeyen ama aslında biz olmayan bir dönüşümümüz dolaşıyor artık. İnsansal dönüşüm deriz belki adına. Geçmişi yok edilen bir neslin dönüşümü. Uykuyla uyanıklık arası bir düzlemde yuvarlanıyor bu dönüşmüş insan. Sokaklardan anılar ve geçmiş silindikçe gerçeklikten kopup bir illüzyona dönüşüyor. Ya da rüzgarda savrulan bir ruha… Kök salamayan, uçucu bir maddeye… İklim de bu betonlaşmaya meydan okurcasına sertleştiriyor kendini. Modern binaların hayalet insanlarına daha fazla anlayış gösteremeyecek belli ki.
Bu köksüz, uçucu ruh nasıl sağlıklı kalabilir? İnsanın kendini zamansal olarak “var olan” olarak duyumsayabilmesi için mekânsal bir geçmişe de sahip olması gerekiyor. Bazen çocukluğun geçtiği bir sokağı ziyaret etmenin uyandırdığı “gerçeklik” hissi gibi, olumlu ya da olumsuz anıların yaşandığı mekânlar varlıklarıyla gerçeklik hissini besler. Üniversite yıllarımı geçirdiğim mahallenin kentsel dönüşüm adıyla yok edilmesi benim kişisel tarihimden elbette bir şeyler götürür. Oraya yolum düşmese bile oranın varlığını bilmek beni “güvende” tutar. Çünkü vardır ve böylelikle ben de bir zamanlar orada var olmuşumdur. Artık olmayışı oradaki tarihimi zihinsel bir imgeye indirgerken fiziksel dünyayla olan bağlarımı zedeler. Bana ait bir şeyin bana sorulmadan yok edilmesi “güvende oluş”umu sarsar.
İstanbul bugün hala bize bir şeyler anlatmak istiyor. Ancak ne biz onu duyacak kadar “uyanığız” ne de o sesini duyuracak kadar güçlü. O çok yorgun, biz çok uykulu… Elimizden kayıp giden tarihe mahmur bakışlar atabiliyoruz yalnızca. Yok edilen bizim parçamız değilmiş gibi… Tam da dönüşmüşlüğümüzün gerektirdiği gibi…
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun pek güzel dizelerini alıntılamış Bıçakcı, ben de bu dizelerle bitireceğim: “İstanbul deyince aklıma bir masal gelir / Bir varmış, bir yokmuş”. (BK/HK)
Notos / Cemile Özyakan / Aralık 2017
Kentsel dönüşümün romanı
Hakan Bıçakcı son romanı Uyku Sersemi’nde sıra sıra iş makinelerinin altında kaybolmakta olan koca bir kentte yaşayan sıradan bir insanın günbegün kentisine yabancılaşmasını anlatıyor.
Kahramanımızın adı Kahraman. Her gün sokakta, metroda, işyerinde, süpermarkette, Instagram fotoğrafları arasında rastladığımız o tanıdık yüz olduğundan özel bir isim aramaya gerek yok, der gibi bu ismi seçmiş Hakan Bıçakcı. Genç bir editör olan Kahraman IKEA kataloğundan fırlamış gibi duran, farklı tek bir koltuğu olan bir dairede yaşıyor. İstanbul’un turistik olmayan tarihi kitapçılarını, kafelerini, pastanelerini vb. anlattığı, özellikle turistlere yönelik kitabı üstünde yıllardır çalışıyor. Kahraman’ın gün geçtikçe beton yığınları, iş makineleri, evinin içinden çıkmayan inşaat gürültüsü arasında geçen hayatındaki ve buna paralel olarak kendisindeki dönüşüme tanık oluyoruz. Kahraman’ı öyle iyi tanıyoruz ki, çöp kutusunda neler olduğundan farklı başlıklar altında yaptığı listelere, evde ne giymeyi sevdiğinden bilinçaltını doğrudan okumamıza izin veren rüyalarına kadar biliyoruz onu. Ancak buna tezat olarak Kahraman’ın dış görünüşüne keskin bir vurgu yapmıyor Bıçakcı. Taksim’deki evinde, zaman zaman Teşvikiye’de ve bazen de Caddebostan’da gezinen bu tekinsiz şehrin tekinsiz silueti ilerleyen sayfalardaki değişimiyle daha da flulaşıyor, hatta zaman zaman bir karaltıya dönüşüyor. Şantiyeye dönmüş bir şehirde kapana kısılmış, arkadaşlarının çoğu ülkeden giden, kalan sevdikleri gitme planı yapan, konuşsa susmayacak ama konuşmaktan vazgeçmiş ve suskunluğa gömülmüş bir ruh sanki.
Farklı ülkelerden okurların distopya kategorisine sokabilecekleri Uyku Sersemi’nde farkına vardığımız ve varmadığımız tüm ayrıntılarıyla bugünkü İstanbul’u, bugünkü Beyoğlu’nu anlatıyor Hakan Bıçakcı. Yani kendi deyişiyle “şehrin merkezine yakın, şehir hayatının stresine uzak; galoşların mavisiyle marulların yeşilinin buluştuğu noktada, amatör dans manzaralı, yeni bir yaşam alanı”nı. Mekânın ön planda olduğu romanda zaman zaman en basit gerçekler en ağır silahlara dönüşüyor.
Hikâye boyunca Bıçakcı’nın kendine özgü, sarsıcı üslubu absürdün altına sakladığı gerçeğin içinde yoğunlaşıyor. Metaforların yoğun kullanıldığı metni çözümlemeye çalışarak okuduğumuzda, karşımıza aynı yoğunlukta bir alt hikâye çıkıyor. Bizde anahtarı olduğu halde bizim anahtarımızı vermediğimiz sevgililer ve yıkılmakta olan bir kendin içinde dönüp durmaya devam eden dansçılar arasında süren hayatlarımız da böyle bir metafor yağmuru altında yaşanmıyor mu aslında? Metnin çift katmanlı hali hayatlarımızın bir yansıması âdeta. Kendimizi olmaktan korktuğumuz yerde bulmamızın sorumlusu Hakan Bıçakcı gibi dursa da, o yalnızca aynayı tutuyor aslında. Tabii bu durumda amacının bu aynayı tutmak mı, yoksa iç dökmek mi olduğunu bilemiyoruz.
Cep telefonlarının sevimsiz alarmıyla gri metropol sabahlarına uyanan, sokağa adım attığı an kendisini fiziksel ve psikolojik bir taciz altında bulan huzursuz bir toplumun hayatta kalma çabasını, konunun aksine bunaltıcı olmayan bir üslupla ve incelikle anlatmayı başarmış Hakan Bıçakcı. Uyku Sersemi incelikli bir kaos romanı, görünmez bir elin yırttığı her sayfada büyük bir haksızlığın hikâyesinin anlatıldığı, dramatize edilmemiş, yalın bir İstanbul kitabı.
Kitap Eki / Evrim Sayın / 4 Şubat 2018
Vinçle Toma Arasında Park Etmiş Bir Hayat: Uyku Sersemi
Uyku Sersemi, romanın ismiyle müsemma kısa uyku sonralarının içine daldığımız Kahraman’ın kitabı. Kitabın yazarı Hakan Bıçakçı, bir aklın yavaş yavaş nasıl baskılandığını; bu baskının duyguları nasıl zorladığını anlatmaya çalışmış romanında. İstanbul’un tarihi pastaneleri, meyhaneleri, kitapçıları, pasajları, bağımsız sinemaları-tiyatroları Kahraman’ın uyku ve uyanıklık arasındaki o kısacık anlarında birer birer kapanıyor. Her gün gittiği kafe bir butiğe dönüşüyor ve Kahraman bu dönüşüme inat o butiğe kafe diye gitmeye devam ediyor. Bellek, böyle zamanlarda direnebildiği kadar direnir değişime. Alışkanlıkları devreye sokar ve ayaklar, bir hayat rutinini gerçekleştirmek için yola çıkar. Sonuç her seferinde hüsran, her seferinde yok oluştur. Kahraman, ilerleyen satırlarda mekanların yok oluşuna kendi yok oluşuyla karşılık verecektir.
Bir İstanbul kitabı yazmaya niyetlenen Kahraman, bir yayınevi ile görüşür ve yazacağı kitabın dünya dillerine çevrileceği sözünü alır. Bu kitap bir turist rehberi olacaktır aynı zamanda. Bu gelişmenin vermiş olduğu iç rahatlığıyla Elif’in evine doğru yol alır. Sevgilisi Elif, kedisi Berna, geleneksel pazartesi yürüyüşleri yaptığı yaşlı babaannesi ve sürekli telefonla görüştüğü annesiyle örülüdür çevresi. Bir kitabın doğma evresi elbette ki sancılı olacaktır fakat Kahraman’ın alışmak zorunda olduğu gerçek bambaşkadır: hızla yok olan kent. Kitabın içerisinde olmasını istediği kentin belleği süreç içerisinde yavaş yavaş silinmeye başlar. Onun tabiriyle “görünmez bir elin hızla yırttığı sayfalar”dan ibarettir artık sahip olduğu. Önce, röportajını yapacağı kitapçıda öğrenir kitapçının kapanacağını. Ardından pastane, meyhane, tiyatro… Neredeyse her bölümde evinden çıktıktan sonra geçtiği yolları “yan yana park etmiş beyaz toma ve sarı vincin arasından” diye tarif eder. Beyoğlu’nun şimdiki halini bilenlere yabancı gelmeyecektir bu tarif. “Patlamaya hazır bir bomba” gibi görünen Taksim, kocaman bir beton yığınıdır artık. Dönüşme hızlandıkça Kahraman’ın çöküşü de hızlanmaktadır. Öyle ki Kahraman uyuduğu sırada Elif’in onu fotoğrafladığı an, ikisi için ama en çok Kahraman için bir eşik mahiyetindedir. Bu fotoğraf, Kahraman’ın kendisiyle yüzleşmesini sağlar. Peki gerçekten bu eşikten sağlam bir hamleyle atlayabilmiş midir? Kendini tanıyabilmiş midir? Yoksa artık tanıyamadığı şehir onun tüm mazisini de silikleştirmekte midir?
Roman boyunca bir inşaat gürültüsü Kahraman’ın evinin tam ortasındadır. Bitmek bilmez bu gürültü. İşte bu gürültüde uykulara dalar Kahraman. “Dalmak”? Gerçekten mümkün müdür? Kahraman’ın uykuları kabuslarla bölünür. O gün neyi dert edindiyse kendine, uykuya daldığı anda zihnindedir işte. Hatta öyle yoğundur ki bu rüyalar, rüya içinde rüya görmeye başlar bir süre sonra ve gerçeğin ne olduğuna dair sorular sorar kendine. Bundan hareketle Bıçakçı’nın eserinde rüyaların yeri elbette ki özeldir. İnsan; yeryüzünden silinenlerle ve yitirdikleriyle bir bütün ve bu yitip gidenlerden bir an olsun sıyrılacağı tek an uyku halidir fakat bilinçaltımız ilgiden, beslenmekten haz alıyor. İnsanın peşini bırakmayan mazi, “Eskiden böyle değildi.”lerle dört bir yanı sararcasına başrolü üstleniyor.
Kitabı oluşturma süresince başkalarıyla çok da iletişime geçmeyen Kahraman, aslında asgari düzeyde iletişim kuruyor çevresindekilerle de. Evine annesinin zoruyla gelen temizlikçi Serap, kendine özgü rahatlığı ve üslubuyla Kahraman’ı biraz olsun canlandırıyor fakat bu da bi anlık bir yenilenme hali Kahraman için. Uyur uyanık devam eden hayatı hep sallantıda. Geçmişi, kenti, anıları silindikçe kaçıyor aslolandan. Evinin karşısındaki dans kursunda durmadan dönen insanları izliyor öylece bazen. O kadar aynı ve o kadar ruhsuz ki her şey onun için, gittikçe anlamsızlaşıyor yaşam. Zaten bir süre sonra sahip olduklarını yitirme evresiyle bir açmaza sürükleniyor günleri. Sol gözü uzun süredir kasılan ama doktora gitmeyen, saçları uzayan ama berbere uğramayan, telefonunun kırılmış camını tamir ettirmeyen Kahraman; yapmak zorunda olduğu her şeyi ertelediğinin farkında olsa da mayışmalarının sonundaki uyku anlarına direnmeyi seçmiyor. Baş ağrılarına, isteksizliğine yorgunluğuna çözüm aramıyor. Sonunda onu yaşamın içine çekecek olan son şey, İstanbul kitabı, de kötü bir şaka misali nostalji kitabına dönüşüyor.
Kahraman, eski İstanbulluların hayal kırıklığının simgesi adeta. Peki hayal kırıklığı yaşamak için “eski” olmak şart mı? Bir şehir gözümüzün önünde bile isteye şantiye alanına çevrildi ve bizler Kahraman’ın sersemliğiyle yüzümüz gözümüz toz içinde olan biteni anlamaya çalışıyoruz. Kaldırabilene aşk olsun!