Resimli Öykü, İletişim Yayınları
40 s, 2017
Otel Paranoya / Özet
Arka kapak yazısı:
“Klozete peruk atmak yasaktır.”
Tuhaf bir otel, zevksiz ve tenha, küflü odalar, kemiklere iyi gelen asansör havası, dumanı tüten çorbalar, ağrı kesiciler, yılan balıkları ve diğer müşteriler…
Hakan Bıçakcı’dan soğuk bir muamma hikâyesi. Otel Paranoya, belleksiz bir rasyonalitenin, kaybolmanın rüyası…
Berat Pekmezci, akıl tutulmasını, sıkıntının sınırlarını, delirmenin rehavetini ustalıkla resmediyor.
Otel Paranoya / Alıntılar
(Giriş bölümü)
Ne hoş bir yer, ne hoş bir yer…”
Eagles
Tuhaflıklar dördüncü gün başladı. Tuhaflıkların genel seyrinin aksine gündüz. Hatta sabah kahvaltısında. Her şey bununla kalsa manasız bir acayiplik olarak unutulup gitmeyi hak edecek türden bir vakaydı. Ancak devamında olup bitenlerle birlikte düşünüldüğünde, her şeyin başlangıcı olduğu ortadaydı.
I.
Bir hafta önce havanın ne güzel ne de kötü olduğu yarı parlak, gri bir sabah giriş yaptım otele. İlk dikkatimi çeken, içerinin havasızlığı oldu. Kahve tonlarında, ağır mobilyalarla döşenmiş, zevksiz denebilecek resepsiyondaki seyrek sarı saçlı, mavi gözlü, siyah gömlekli görevliyle selamlaştık. Boş oda vardı. Oda kalmayacak cinsten bir müessese değildi zaten. Ne yeri cazipti ne mimarisi ne başka bir şeyi. Civarında işi olmayanın işinin olmayacağı bir yer… Seyrek saçlı görevli eğilmiş anahtar ararken gözüm arkasındaki küçük televizyona kaydı. Sevimli bir köpeğin başrolde olduğu bir çocuk filmi vardı. Altın rengi, bakımlı köpek, ağzında gazeteyle bir yerlere koşturuyordu. Televizyonun hemen üstündeki rafta bir sürü kaset vardı. Yan yana, üst üste yığılmış müzik kasetleri… Resepsiyondaki doğrulup 603 numaralı anahtarı uzattı. Burnuma ağır, kötü bir koku geldi adamdan. Ufacık oteldeki oda numaramın üç haneli olmasına bir anlam veremedim. Belki de numaralar 600’den başlıyordu. Kocaman, siyah sırt çantamı omzuma takıp koridora yöneldim.
“Çantanızı unuttunuz beyefendi.”
Çantam omzumda değildi. Resepsiyon masasının önünde yerdeydi. Kocaman bir karaltı. Kafa kalmadı ki. Dalgınlığımdan dolayı acı çeker bir ifadeyle dönüp aldım. Resepsiyondakinin rahatsız edici, buz mavisi bakışlarını görmezden gelerek omzuma takıp dar ve aydınlatması yetersiz koridora yöneldim. Yerde sütlü kahve renginde, ince uzun, yıpranmış bir halı vardı. Duvarlar yarıya kadar ahşap kaplamaydı. Gerisi yeşille gri arası çirkin bir beton. Koyu renkli kapılar yan yana dizilmişti. 600, 601, 602 ve 603. Orta büyüklükte, küf kokulu bir oda. Çantamı iki kişilik yatağa sallayıp otelin bahçesine bakan gıcırtılı pencereyi açtım. İçerde pek eşya yoktu. Şöyle bir etrafa baktım: Yatak, iki başucu, dalgalarla boğuşan yelkenli resmi, ahşap set üzerinde küçük televizyon, daracık kapılı dolap, iki koltuk, sehpa, tuvalet kapısı.
Yan odadan konuşma sesleri geliyordu. Belli belirsiz. Konuşmalar bağrışmalara dönünce duvara yaklaşıp dinledim. Konusunu anlayamadığım bir kadın erkek kavgası. Birbirlerine hakaret yağdırıyorlardı. Seslerini bastırsın diye televizyonu açtım. Altın rengi, bakımlı köpek, ağzında gazeteyle bir yerlere koşturuyordu. Az önce resepsiyonda gördüğüm sahne. Ne daha öncesi ne daha sonrası… Bunu tuhaflık olarak kabul etmedim. Yataktaki çantamı açıp ağır ağır yerleşmeye başladım.
Otel Paranoya / Eleştiriler
Otel Paranoya / Söyleşiler
Mahir Ünsal Eriş / Hürriyet SanatKitap / 3 Şubat 2017
Otel Hakan Bıçakcı
İletişim Yayınları editörü Levent Cantek, geçtiğimiz günlerde yeni bir fikre daha imza attı. Yazarlardan birer öykü seçip onları illüstratörlere resimleterek -sanırım on ya da on beş kitaptan oluşacak- bir diziye başlanmış oldu böylece. Söylemesi ayıp, bendenizin ‘Benim Adım Feridun’ adlı hikâyesine Murat Başol’un çizdiği desenlerle başlayan seri Hakan Bıçakcı’nın Berat Pekmezci desenleriyle hayat bulan ‘Otel Paranoya’sıyla üçüncü kitabına ulaştı.
Daha önce Levent Cantek ile birlikte hazırladıkları grafik romanlarla edebiyat okurunun dikkatini çekmeyi başaran Berat Pekmezci’nin hikâyenin ruhuna dokunan çizimleriyle daha da güzelleşen ‘Otel Paranoya’, sadık bir okuru olarak gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, her şeyiyle tam bir Hakan Bıçakcı hikâyesi. Ateşliyken görülen kâbusları andıran rüyamsı havası, klostrofobi vurgusu çok keskin mekânları, gerçeklik algısının ayarlarını kurcalayan incelikli anlatımı ve en telaşlı durumlarda bile sükunetini kaybetmeyerek okuruna yalnız olmadığı hissini veren güzel diliyle bir Hakan Bıçakcı metninden beklenebilecek hemen her şey var. Öte yandan, Hakan Bıçakcı’nın, her kitapla çıtayı biraz daha yükselttiğini, bu yıl, ilk kitabının on beşinci yılını doldurduğunu da eklemek isterim. Ortada gerçekten olgunlaşmış bir üslup ve metin var.
‘Otel Paranoya’ okuruna her an, “Acaba bu bir rüya mı?” duygusunu veren, bu sorunun cevabını da kendine saklayan bir hikâye. Adını bile bilmediğimiz kahramanımız, hiç bilemediğimiz bir nedenden ötürü bir otelde konaklamak durumunda kalıyor. İlk bakışta sadece ‘vasat’ görünen bu otelde tuhaflıklar birbirini kovalamaya başlıyor. Oda numaraları değişiyor, çorbasına saç doğrayan kadınlar, kolundaki sargısı her gün yer değiştiren adamlar, kitaplara rendelenen parmesanlar birbirini izliyor, otelin lobisinden Petersburg’a kapılar açılıyor, Dostoyevski’nin ‘Öteki’sinden tanıdığımız huzursuz Bay Golyadkin karşımıza çıkıyor, havalandırmalardan ‘unutma gazları’ veriliyor, uyku hapları yarım yarım içiliyor, balo salonundaki davette toz maskesi zorunlu tutuluyor… Bir de hep kaçan, hep çağırılan, çağrıldı mı da kuyruğunu sallaya sallaya gelen ‘Uyku’.
Elbette biraz kafa karıştırmak adına böyle yazıyorum. Kahramanımız bu tuhaf otelde karşılaştığı acayiplikleri öyle bir bütünsellik içinde algılıyor ki hızla kanıksamaya başlıyor bile denebilir. Ancak hikâyenin tekinsizlik uyandıran dokusunun tamamlayıcı öğesi de kuşkusuz yine ‘tekinsiz’ denebilecek sonu. “Tuhaflıklar dördüncü gün başladı. Tuhaflıkların genel seyrinin aksine gündüz” diye başlıyor hikâyeye Bıçakcı. Aslına bakılırsa bu cümlede Hakan Bıçakcı hikayeciliğinin de özü saklı denebilir. Korku, gerilim, fantastik gibi tür edebiyatı eserleri maalesef hem dünyada hem de yerel örneklerde bu tarzın altını çizmeye yarayan kimi klişelerden uzak duramıyorlar. İyilerin ve kötülerin taraf tarafa, çizgi çekilmişçesine ayrıldığı, sırrı son ana kadar ortaya çıkmayan gizemler, birbirine benzer temalar ve mekânlar… Hakan Bıçakcı’nın yazma serüveninde genel olarak bu klişelerle ciddi bir mücadele içinde olduğunu hissetmek mümkün. Mekânlardan temalara, kurgudan karakterlere kadar özgün, klişelerden azade, kendi ‘gerilim-fantastik edebiyat’ zeminini kurarak onun üzerinde ustaca kalem oynatıyor Bıçakcı. Karakterleri, gerçekliği sunuş biçimi, zamanlar ve mekânlar arası muğlaklığı ve tekinsiz havasıyla ‘Otel Paranoya’ da Hakan Bıçakcı edebiyatının şık örneklerinden biri olarak raflardaki yerini alıyor. Gözümüzü, bir sonraki kitabını beklemek için yollara dikiyoruz yeniden.
Sabit Fikir / Şubat 2017 / Seda Ateş
Tuhaflıklar silsilesi ve öteki meselesi
Hakan Bıçakcı’yı okuma kılavuzu minvalinde bir kitapçık olsa elimizde; rüya, kabus, tuhaflık, muğlaklık, fantastik, korku, yalnızlık, gerçeklik algısı, klostrofobik mekanlar, distopya ve yabancılaşma ana maddelerini oluştururdu şüphesiz. Özenli, sade ve güncel diliyle okuru kurduğu hikayenin içine kolayca çekivermek, bir yandan da yarattığı tekinsiz ve muğlak atmosferle metin boyunca daima tedirgin etmek, devamını merak ettirmek ama okunan kısımdan da bir türlü emin olunmamasını sağlamak, ironiyi ve absürdü yerli yerinde kullanıp boğuculuktan sıyrılmakta maharetini daima kusursuzca sergileyen bir yazar Hakan Bıçakcı. İletişim Yayınları’nın “resimli hikaye serisi”nin bize son armağanı Otel Paranoya’da alışageldiğimiz üslubunu bu kez Dostoyevski’yi de selamlayarak sürdüren Hakan Bıçakcı’nın leziz öyküsü, Berat Pekmezci’nin harikulade çizimleriyle canlanmış.
Havasız, zevksiz döşenmiş, pek de ahım şahım olmayan bir oteldeyiz. Rahatsız edici bakışlarıyla bir resepsiyon görevlisi, yığın yığın müzik kasetleri, unutulan ama aslında unutulmayan bir sırt çantası, garip oda numaraları, odalardan gelen anlaşılamayan bağrışmalar, televizyonlarda tekrar eden sahneler buyur ediyor bizi hikayeye. Tam adsız kahramanımızın dalgınlığına ikna olacağımız ve bütün olan biteni bir kafa karışıklığına yoracağımız sırada işin seyri değişiyor.
“Tuhaflıklar dördüncü gün başladı. Tuhaflıkların genel seyrinin aksine gündüz. Hatta sabah kahvaltısında. Her şey bununla kalsa manasız bir acayiplik olarak unutulup gitmeyi hak edecek türden bir vakaydı. Ancak devamında olup bitenlerle birlikte düşünüldüğünde, her şeyin başlangıcı olduğu ortadaydı.”
Çorbalara katılan tutam tutam saçlar, “uyku”sunun peşinden koşan kadınlar, durduk yere değişen oda numaraları, isim kartlarında her gün başka bir isim yazan garsonlar, öykünün bir yerinde kahramanımızın elinde beliriveren Dostoyevski’nin Öteki romanı, Öteki’nin başkahramanı Bay Golyadkin’in açtığı kapılar, kitaplara serpilen rende parmesanlar, St. Petersburg’a açılan gizli bir kapı, hafıza silen gazlar, toz maskeli balo, yerleri değişen eşyalar, ıslatmayan yağmurlar, peruklar, yılan balıkları, kök hücre teknolojileri derken kendimizi kaptırıp peşinden sürükleniverdiğimiz bir tuhaflıklar silsilesinin ardından ne kahramandan, ne otelden ne de öykünün zamanından emin olabildiğimiz bir sonla baş başa buluyoruz kendimizi.
Kahramana eşlik ettiğimiz bir rüyanın sonunda mıyız, bir kök hücre laboratuvarında mıyız, hangisi hayal hangisi gerçek, kurgunun neresinde olay örgüsünün içinde neresinde rüyadayız, ya da tamamen rüyada mıyız, Bay Golyadkin gibi ikili bir kahramanla mı karşı karşıyayız? Belki de Bay Golyadkin’in ta kendisi otelin St. Petersburg’a açılan gizli kapısından bu öyküye sızıvermiştir, maskelerin yerini peruklar almıştır, kim bilir. Kitabı bitirdiğimde, Hakan Bıçakcı’nın başka bir kurgu karakteri hatta o karakterin kafa karışıklığını ve garipliklerini öyküye ustalıkla dahil ederek gönderdiği ince ve zarif selamı alıp cebime koyuyorum. Adsız kahramanımızı belki yeni yattığı, belki de dört gün önceki uykusunda bırakıp Bay Golyadkin’e dönüyorum: “Baremin 7. derecesinde memur Yakov Petroviç Golyadkin o gece deliksiz uykusundan uyandığı zaman, saat sabahın sekizine geliyordu. Golyadkin esneyerek gerindi, sonra gözlerini açtı ve bir-iki dakika hiç kımıldamadan yattı. Uyanıp uyanmadığını, çevresinde olup bitenlerin gerçek mi, yoksa başı sonu olmayan gece düşünün bir devamı mı olduğunu anlamaya çalıştı.”
Artful Living / Nermin Yıldırım / 25 Ocak 2017
Bazı oteller fena halde memlekete benzer
Günümüzün en şahsına münhasır kalemlerinden Hakan Bıçakcı’nın Otel Paranoya adlı uzun öyküsü, Berat Pekmezci’nin çizimleri eşliğinde kitaplaştırılarak İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Öykü, okuru dünyanın en asap bozucu otellerinden birine davet ediyor. Tuhaf, tekinsiz ama bir o kadar da daha evvel tanışmıştık hissi veren bir mekan burası. İçeride “Uykum kaçtı, gördünüz mü?” diye gezen bir afetle karşılaşmak da mümkün, başka bir ülkeye açılan kırmızı kapılarla da… Sanki Kafka ve Alice’in ruhları kol kola girmiş, otel koridorlarında geziniyor.
Kahramanımız otelden çıkmak istedikçe oraya daha beter saplanıyor, hatta bağımlı hale geliyor. Otel Paranoya, okura kendi dahil kimseye güvenemeyeceği bir macera vaat ediyor.
Okurken, kendinizi gerçek olamayacak kadar absürt ve gerçekdışı olamayacak kadar tanıdık bir yerde dolaşıyor gibi hissedeceksiniz. Çünkü bazı oteller, fena halde memlekete benziyor.
Daha önce de öykülerin çizilmişti. Ama ilk kez böyle bir kitap çalışması yaptın. Sözcüklerinin çizgilere dönüştüğünü görmek nasıl bir his?
Evet, daha öncekiler çizgi roman formatındaydı. OTlak Dergisi’nde yayımlananlar mesela. Ben senaryoyu yolluyordum, ona göre çiziliyordu. Oradaki metin başka türlü bir şey. Sahneleri tarif eden kısa ve basit ifadelerden oluşuyor ve tabii diyaloglardan.
Otel Paranoya’daki çalışma daha alışık olduğum türden oldu aslında. Uzun bir öykü yazıp yolladım. Hep yaptığım şey. Nasıl çizileceği ayrı bir süreç olacaktı. Ve sonuç gayet güzel oldu bana kalırsa.
Nasıl bir çalışma yürüttünüz Berat Pekmezci ile? Sen çizim aşamasına müdahil oldun mu?
Yok, sadece editörüm Levent Cantek’le haberleştim. Öyküyü kararlaştırdık. İlk taslağı yollayıp önerilerini aldım. Sonra birkaç tur daha çalıştım üzerinde. Ancak son halini yollarken bile kimin çizeceğini bilmiyordum. Berat Pekmezci son dönemde en beğendiğim çizerlerden bu arada. Öyküyü yolladıktan bir süre sonra Otel Paranoya’yı onun çizeceğini öğrenince çok sevindim. Güzel bir sürpriz oldu benim için de. Çizim aşamasına müdahil olmadım yani.
Yazarla yazdıkları sıklıkla karıştırılır. Mesela edebiyat dünyamızdaki iki Hakan’la ilgili çok yapılır bu mukayese. Dünyanın en zarif insanı olan Hakan Günday’ın böyle sert romanlar yazması, en sakin insanı olan Bıçakcı’nın böyle çıldırmış karakterler yaratması… Bu konuda ne söyleyeceksin? Yazdıklarının kaynağı ne? Tümüyle hayal gücü mü? Ürkütücü bir bilinçaltı mı? Metnin ne kadarı yazarın kişiliğiyle ilgilidir?
Evet ya, var böyle bir yanlış anlaşma. Yazılanlar yazarın zihninin uzantısı. Kişiliğinin değil. Dolayısıyla yazarların hatta genel olarak sanatçıların gündelik halleriyle çalışmaları arasında büyük farklar olması doğal. Bu konudaki en uç örnek de Miyazaki’dir sanırım.
Yıllar önce, ilk romanım çıktığında genç bir gazeteci söyleşi yapmak için eve gelmişti. İlk kitaplarını yazanlarla kısa kısa yapılan bir söyleşi serisi için. Benim ilk roman da gotik-korku esintileri taşıyan gerilimli bir denemeydi. Gazeteci beni görünce hiç de karşısındaki gibi birini görmeyi beklemediğini söylemişti. Hayal kırıklığına uğradığı belliydi. Herhalde omzumda kargayla, siyah bir pelerinle falan karşılamamı bekliyordu kendisini. Bu soru bana o anımı hatırlattı bir de.
Karakterlerimin benimle ilgisi yok. Tamamen hayal ürünü yani. Yüzde yüz kurmaca. Yazdığım hiçbir satırı “Ben bu durumda ne yapardım?” diye düşünerek yazmıyorum. “Bu arkadaş bu durumda ne yapardı?” diye düşünüp yazıyorum.
Otel Paranoya’yı okuduktan sonra, açıkçası kargasız gezmene ben de şaşırdım. “Uykum kaçtı da gördünüz mü?” diyerek gecenin bir yarısı kapıya gelen bir afet, tuvaletinde “klozete peruk atmak yasaktır” yazan bir otel, elektrikli yılan balıkları, yağmura rağmen ıslanmayan yerler, başka bir ülkeye açılan kırmızı kapılar, bulaşıcı bir hastalık gibi elden ele dolaşan sararmış sargılar… Hakan bu nasıl otel?
Bu otelin tuhaf ve rahatsız edici bir yer olması için uğraştım epey. Ama hep şuna dikkat ettim. Gerçekdışı hiçbir malzeme kullanmadan sürreal bir atmosfer yaratmalıydım. Yani tek tek bakıldığında sıradan şeyler hepsi. Ama bir araya geliş biçimleri rahatsız edici. Örneğin bir yerde otelin restoranında oturan kadın, garsondan makas istiyor. Saçlarının uçlarını çorbaya kesip karıştırıyor ve içiyor. Burada bir kâse çorba, bir kadın, bir de makas var. Üçünde de bir anormallik yok. Ama üçünün bir araya gelişi tahammül etmesi zor bir manzara.
Bir de güvenilmez anlatıcı fenomeni var tabii işin içinde. Karakterin anlattıkları bir süre sonra ona güvenmekte zorlanmamıza neden oluyor. “Bu nasıl bir otel?” sorusu yavaş yavaş “Bu nasıl bir adam?” hatta “Bu nasıl bir manyak?”a dönüşüyor. Ne kadarı otelin, ne kadarı adamın acayipliği emin olamıyoruz çünkü bir noktadan sonra.
Evet, okurun kendinden de şüphe etmeye başladığı noktalar var ki onlar işi iyice çığırından çıkarıyor. Otel Paranoya’da Alice’in harikalar ülkesi bir kabus memleketine dönüşmüş gibi. Modern dünyada ilaçları içip kapılardan geçersek varacağımız yerler buralar mı?
Alice Harikalar Ülkesinde çok iyi bir örnek, çok yerinde bir benzetme bence. Aslında Alice’in yaşadıkları da baya bir kâbus. Alice’in şaşkınlığı anlatıya fantastik bir boyut katıyor. Alice yaşadıklarına şaşırıp tedirgin olmasa, kendini akıntıya bırakıp yaşadığı maceraların tadını çıkarsa bu bir masal olurdu, büyülü gerçekçilik türünde daha ferah bir anlatı olurdu veya. Ama Alice fena halde tedirgin ve huzursuz. Tıpkı Gregor Samsa gibi. Otel Paranoya da bu anlatıların mirasçısı bir nevi. Fantastik unsurlar negatif bir kod olarak var öyküde ve bundan rahatsızlık duyan bir anlatıcı var. Rahatsızlığını okura bulaştıran.
Katmanlı okuma yapmaya çok açık bir öykü bu. Tamamen kişisel, psikolojik bir gerilim öyküsü olarak da okunabilir, ciddi bir toplumsal eleştiri olarak da. Ne dersin?
Çok mutluluk verici bir yorum derim. Tamamen buydu yapmaya çalıştığım. Fazlasıyla metafor yüklü bir öykü Otel Paranoya. Zaten otel denen şey başlı başına devasa bir metafor. Bir süre konaklayıp gittiğimiz dünyanın, ülkenin, yaşamın metaforu.
Ama şunu da belirtmem gerekir. Her şeyin net olarak bir başka şeye gönderme yaptığı bir alegori evreni de değil karşımızdaki. Yani Orwell’in Hayvan Çiftliği gibi bir alegori haritası değil. Daha çok her şeyin kendinden başka birçok şeyi çağrıştırmaya açık olduğu, belirsizliklerle dolu bir dünya.
Dediğin gibi bir psikolojik gerilim macerasını takip ediyoruz ama karakterin mekânla kurduğu ilişkinin ister istemez toplumsal açılımları oluyor. Göndermelerin bazıları toplumsal meselelere, bazılarıysa popüler kültüre. Mesela popüler olan için bir ipucu vereyim: Kırmızı kapı siyaha boyanıyor ya öykünün bir yerinde. O ünlü bir şarkı sözüne gönderme. Bunun fark edilmemesiyse hiç sorun değil. Olay örgüsü değişmiyor sonuçta.
Durmadan farklı insanların kolunda karşımıza çıkan sargı meselesi mesela. Hayatlarımızda tam tanımlanmış belli bir hastalık yok ama herkese bulaşmış bir hastalık mı var?
Otelde bolca hastalık mevcut. Hatta salgın hastalık yüzünden baloya toz maskeleriyle katılan konuklar bile var. Toz maskeleriyle dans ediyorlar. Her şeye rağmen hayat devam ediyor. Koldaki sargılar bile bulaşıcı. Karakter de bu ortamdan bir hastalık kapmadan ayrılamayacağını kabullenmeye başlıyor yavaştan. Hastalık kapmak da çağımızın en büyük paranoyalarından.
Toz maskeleriyle dans eden, 70’lerinden görünüp 20’lerinde ya da tam tersi olan insanlar… Her şeye rağmen devam etmeye çalışan hayat. Bunun bana çok acıklı gelmesi, bu hikayeyi gözümün bir yerlerden ısırmasıyla mı ilgili?
Özünde kara mizah unsuru tüm bunlar ama tanıdık buldukça daha acıklı bir etki uyandırıyor dediğin gibi. Kimde nasıl bir duygu uyandıracağı yoruma açık bir durum tabii. Arabeske kadar da yolu var sanki.
Bir de göz göre göre kaybetmek hissi çok baskın öyküde. Tamamen basiretsizlikten, hayatında ters giden şeylere müdahale etme şansını kaybettiği gibi, bir de elindeki sefalet için neredeyse minnet duyacak hale geliyor kahramanın. Hepimiz aynı otelin konukları mıyız, neyiz?
Öğrenilmiş çaresizlik kol geziyor otelde. Karakterin kendisiyle ve otelle kurduğu hastalıklı ilişkiye tanık oluyoruz. Mutlak sefaletin içinde bir şekilde iyi yaşamaya çalışmak trajikomik bir şey tabii. Karakterin durumunda bu da var.
Kahraman kaçmak istediği otelin bağımlısı oluyor bir süre sonra. Alışmak değiştirmekten daha kolay geliyor herhalde. Ne dersin?
Öykünün en acıklı boyutu bu sanki. Anlatıyı hafiften trajediye yaklaştıran bir unsur. Alışkanlıklara boyun eğmekten konforlusu yok. Erich Fromm’un “özgürlükten kaçış” dediği hadise.
Karakter ayrılmak istiyor otelden ama gidemiyor. Resmi olarak çoktan gitmiş olduğunu öğrendiğinde de fiziksel olarak terk edemiyor. Çelişkilerle dolu bir ilişki kuruyor mekânla. Bu bağlamda oteli ülke olarak da görebiliriz, okul, işyeri, aile olarak da. Her gün “Yarın bırakacağım bu işi,” diyerek aynı iş yerinde yirmi yıl çalışan insanlar görmüşüzdür hepimiz. Veya nefretle sürdürülen evlilikler.
Şunu da çok sevdim. Kahramanın biriyle gerilimli bir bakışma yaşadığında, “Neden ben kaçırıyorum ki gözümü? O kaçırsın” diyor kendi kendine. Ama gözlerini kaçırmaya, hatta bizzat kaçmaya da devam ediyor. Nedir bu cesaret yoksunluğunun, sinikliğin sebebi?
Karakterin olmak istediği kişiyle aslında olduğu kişi arasında uçurum var. Bu hem acıklı hem komik hem de gerçekçi bulduğum bir durum insanlar için.
Bir de şunu hatırlamak gerekir bu noktada: Karakterin öykünün içinde okuduğu kitabı. Dostoyevski’nin Öteki’si. Başta yeraltı adamında olmak üzere Dostoyevski karakterlerinde sıkça rastlanan yeraltı mazoşizmi var kendisinde de. Dostoyevski okuyan karakter de bir tür Dostoyevski kahramanına dönüşmeye başlıyor. Okuduğu kitabın Öteki olmasıysa başka bir duruma, final sahnesine gönderme.
Gerçi verdiğin cevaplardan öyle demeyeceğin aşikâr ama yine de sorayım. “Psikolojik gerilim öyküsü yazdım. Neden ille de toplumcu gerçekçi sulara çekip duruyorsun?” demiyorsun değil mi şu an? Ben bu öyküyü yazarın dünyayla ve ülkeyle kurduğu ilişkiyi bağırmadan, ustaca işaretlediği bir metin olarak görüyorum. Yanılıyor muyum?
Tabii ki böyle bir şey demiyorum. Toplumsal veya gündelik hayata göndermesi olmayan fantastik anlatılar benim için hiçbir şey ifade etmez. Fantastik türü çok sevmemin nedeni sosyopolitik imalara en açık tür olması zaten.
Memurun birinin sabah uyandığında burnunu yerinde bulamaması, sonra burnuyla kendisinden daha üst düzey bir memur olarak karşılaşması. Başka bir memurun bir sabah devasa bir böcek olarak uyanması. Bir adamın kendisi yaşlanmazken tablosunun yaşlanması. Ortadan ikiye bölünen vikontun iki yarısının bir kadın için düello yapması. Bu aşırı fantastik temaları toplumcu gerçekçi sulara çekmeyelim de ne yapalım?
Bir de öyküde bazı tembih, daha doğrusu öneriler var. Mesela “Karşındakini ciddiye almazsan onunla iyi geçinebilirsin.” İnsan seni okurken ya da senle konuşurken bazen “Bu adam her şeyi çözmüş, kenara koymuş” diyor. Edebi tarikat kursan peşinden gelirim.
(Gülüyor) Çok teşekkürler ama tavsiye etmem. Kesin yolda kalırız. Çoğu konuda çoğunlukla kafam çok karışık.
Karar Gazetesi / İnci Döndaş / 24 Ocak 2017
Otel Paranoya’da postmodern bir hikâye
Hakan Bıçakcı, yeni kitabı ‘Otel Paranoya’da postmodern bir hikaye anlatıyor. Bu hiç de hoş olmayan otelde pek çok tuhaf manzarayı tasvir eden Bıçakcı “Çoğunluğun beğenisi için değil, arızalı anlatıların meraklılarına yazıyorum” diyor.
Kitabın tanıtımı ‘belleksiz bir rasyonalitenin, kaybolmanın rüyası’ diye yapıldı. Bu hikayenin çıkış noktası ve vardığı nokta nedir?
Tuhaflaklarla dolu, tekinsiz, kâbusvari bir atmosfer yaratmak istedim Otel Paranoya’da. Ve bunu dünya dışı, doğaüstü hiçbir unsura başvurmadan yapmaya çalıştım. Tek başına gerçek olanların gerçekdışı bir kombinasyonla karakterin ve dolayısıyla okurun üstüne gelmesi. Tanıtımda söylendiği gibi rasyonalitenin adım adım çöküşü, belleğin güvenilmez ve kaybolmanın kaçınılmaz oluşu gibi durumlarla dolu anlatı.
Bir diğer çıkış noktası da hikâyenin bir güvenilmez anlatıcı tarafından aktarılmasıydı. Ana karakterin söylediklerine güvenmekte zorlanıyoruz sayfalar ilerledikçe. Bu da tedirgin edici, huzursuz, konforsuz bir okuma sunuyor.
Kısa bir öykü ancak hikayede yer alan kişi sayısı öykünün kısalığına karşın çeşitli. Aynı zamanda karakterler birbirinden ilginç. Mesela “Çorbaya kesilen saçı katıp yiyen kadın” nereden aklınıza geldi?
Bu bir önceki soruda bahsettiğim gerçek olanı kullanarak sürreal bir atmosfer yaratma denememe güzel bir örnek oldu. Bir kâse çorba, bir makas ve bir kadın. Son derece sıradan bir üçlü. Ama sonra kadın saçlarının uçlarını çorbaya kesip içiyor. Bu sıradan bir durum değil işte. Ama bunu fiziksel olarak yapması mümkün. Ayrıca bunu yaptığı için onu kimse suçlayamaz. Ne hukuka, ne fizik kurallarına aykırı yaptığı eylem. Ama tahammül edilebilecek bir manzara da değil.
Bir de öykünüzde kitaba parmesan dökülüyor. Bu neye gönderme?
Öyküde alışılageldik olan her şeye bir tür saldırı var. Her şeyin yerinin belli olduğu, düzenlenmiş medeniyet çöküyor bu otelde. Böyle bir ortamda parmesan da spagetti yerine kitabın üzerine dökülebiliyor.
Kitabın girişinde de yer alan Eagles’ın ‘Otel California’ şarkısının aksine sizin yazdığınız otel pek hoş bir yer değil. Sizce Türk okuru bu tür hikayeleri seviyor mu?
Hayır. Çoğunluğun hoşuna gitmeyecek bir tür bu kesinlikle. Sırf Türkiye’de değil, dünyada da böyle bu. Ama ben zaten çoğunluğun beğenisi için değil, bu tür arızalı anlatıların meraklısı olanlara yazıyorum. Otel Paranoya da tam anlamıyla meraklısına önerilebilecek bir deneme.
Kitabı Berat Pekmezci resimlemiş. Resimlenen kitabın farkı nedir, okura ne veriyor?
İletişim Yayınları böyle bir seri başlattı. Her yazardan bir öykü seçiliyor ve bir çizerin yaklaşımıyla birleştiriliyor. Hem yazarın hem de çizerin dünyasına yer var kitapta. Otel Paranoya bu serinin üçüncü kitabı. Berat Bekmezci son dönemde en beğendiğim çizerlerden. Öyküm için onun seçilmesi benim için de hoş bir sürpriz oldu. Öyküyü yolladığımda kimin çizeceğini bilmiyordum.
Bu öyküyü ne kadar sürede yazdınız, yazarken size neler ilham verdi, dinlediğiniz bir şarkı var mıydı?
Bu öyküyünün ilk versiyonunu üç bölüm olarak Ot Dergi’ye yazmıştım geçen sene. Üç aylık bir ön çalışma döneminden bahsedebiliriz yani. Sonra bu üç bölümü birleştirip yeniden ele alarak öyküyü uzattım. Bambaşka ayrıntılar ekledim. Bu da bir iki ayımı almıştır. Beş ayda yazdım diyebilirim kabaca. Bu öykünün başlıca ilham kaynağıysa David Lynch filmleridir.
Ben sizin bir okuyucunuz olarak ‘Otel Paranoya’ beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Nedeni ise hemen bitmesi. Neden sadece bir öykü var?
Bu kitabın konseptiyle ilgili aslında. Her yazardan bir öykü farklı bir çizerle buluşuyor.
Hikayelerinizle çok seviliyorsunuz. Hikayeciliğin sizin açınızdan en zor tarafı nedir?
Hikâye deneysel yaklaşımlara çok açık bir tür. Bu yönünü seviyorum. Zor olansa dengeyi iyi tutturmak, deneysellik dozunu iyi ayarlamak. Ne manasızca uçuk olmak, ne can sıkacak kadar sıradan olmak. Bu ikisinin arasında cereyanda kalan durumlar ilgimi çekiyor. Zor olan bu ara tonu tutturabilmek sanırım.
Siz kimleri okuyorsunuz?
Çok fazla ve çok farklı türlrde yazar var okuyup sevdiğim. Almanca edebiyat ağırlıklı olarak takıntılı olduğum alan ama sanırım. Thomas Bernhard, Robert Walser, Kafka, Zweig, Canetti gibi yazarlar…
Barış Bıçakçı, Alper Canıgüz, Emrah Serbes ve siz günümüzde en beğenilen yazarların başında geliyorsunuz. Çağdaş edebiyatçı olduğunuzu mu düşünüyorsunuz ya da tarzınızı nasıl tanımlıyorsunuz?
Teşekkürler. Bu liste daha epey uzar aslında. Son dönem edebiyatımız çok renkli bence. Ben kendimi genel olarak modernist çizgide görüyorum aslında. Otel Paranoya biraz daha postmodernizme kaymış olsa da.
SabitFikir (Odak Yazar Dosyası) / Ezgi Bilgi Gümüş / 12 Ekim 2015
Tuhaf Bir Rüyanın Ertesi
Otel Paranoya, bir bilincin tuhaf bir otele dönüşümü adeta… Bilincin derinliklerinde kalmış her şey bu otelde bir karakterle vücut buluyor. Bir kadın çorbasına saçlarını doğrayarak afiyetle içiyor, adı her gün değişen otel garsonu kitabın üzerine parmesan sepiyor, oldukça yaşlı genç bir kadın asansör havası kemiklerine iyi geldiğinden geceleri bir asansör gezintisi yapıyor. Söz konusu otel işte böyle “olağandışı” müşterilere sahip. Her şeyden öte bu otelde “Klozete peruk atmak yasak.”
Hakan Bıçakcı’nın Otel Paranoya adlı öyküsü yazarın kendi deyimiyle “gerçeğin, gerçek dışı bir kombinasyonla bir araya gelmesi”nden ibaret. Bitirildiğinde tuhaf bir rüyadan henüz uyanmışsınız hissi yaratan bu öyküdeki durumlar, kişiler tekil olarak ele alındığında oldukça gerçek. Bilincin rüyalarda oluşturduğu sistemin bir benzeri kuruludur öyküde. Gerçek yaşam olgularını harmanlayarak anlaşılmayan, yorumlanamayan görüntüler bütünü haline getiren bilincin yaptığını, yazar da Otel Paranoya‘da uygulamıştır. Köpek, kadın, makas, çorba, ilaç, peruk gibi oldukça somut durumları olağanüstü görüntüler ve durumlar yaratmak için kullanmıştır.
Akşam yemeğinde çorbasına saçlarını doğrayarak kaşık kaşık içen kadın, kitaba parmesan serpiştiren ve her gün adı değişen garson, soğuk ve “başka” bir şehre açılan oteldeki kırmızı kapı” gibi kişi, eşya ve durumlar öyküde yaratılan rüya hâlini aşamalı olarak arttırıyor. Rüya hâlindeki bu artış yaşandıkça gerçekliğe de bir o kadar sıkı bağlanılıyor. Öykü boyunca ne gerçek ne rüya birbirine galip gelemiyor. “Bunlar iki saat önce oldu. İki saat on dakika önceyse Petersburg’un çivi gibi soğuğunda kulaklarım yanarak yürüyordum. Çalan telefonumu açmamıştım. Yurtdışı tarifesi üzerinden ücretlendirilmeyelim diye. Yurtdışındayken hem arayana hem aranana yazıyor çünkü.” İki saat on dakika önce gizemli, kırmızı bir kapıdan geçerek Petersburg’a giden öykü kişisini somut gerçekliğin içerisinden de bir türlü kurtulamadığını görüyoruz.
Öykü, detaylandırılmış bir rüyanın okuması adeta. Belki de “Dün gece çok tuhaf bir rüya gördüm,” diyen birinin hatırlayamadığı kısımlarıyla beraber yaşadığı rüya. Öyküdeki tuhaflık ve olağandışılıklar öyküyü fantastik bir havaya büründürmüyor. Tüm karakter ve durumlar tek bir şeyi işaret ediyor: Rüya hali… Saç, makas, köpek, çorba, parmesan, havuz, televizyon, peruk… Bunlar öyküde tuhaflıkların üzerine kurulduğu temel eşyalar. Öyküde tuhaflıklar oldukça somut olan eşyaların birbirleriyle olağandışı eşleşmeleri sonucu kuruluyor. Makas, saç ve çorba, peruk ve tuvalet bir araya geliyor. Bu da öyküde rüyayı andıran bir havanın meydana gelmesini sağlıyor. Rüyaların genel olarak belirsizlikle başlayıp yine bir belirsizlikle son buluşu, neyi, neden yaptığını hiç sorgulamadan devam edişi, karşılaşılan eşya ve kişilerin tuhaf ve tanıdık oluşları Otel Paranoya ile oldukça benzerlik taşıyor.
Öykü kişisi, tıpkı Dostoyevski’nin Öteki‘sindeki 9. dereceden memur Bay Golyadkin gibi bir muamma ve rasyonalite dışı bir olayın içinde buluyor kendini. Bu iki karakterde dikkat çeken ortaklık ise ikisinin de nedenini sorgulamadan karşılaştıkları tuhaflıklarla baş etmeye çalışmaları. Otelin kırmızı, gizemli kapısının Petersburg’a açılması ve öykü kişisinin iki saat on dakikalığına da olsa benzerinin şehrinde bulunması bu öykü kişisi arasındaki benzerliği daha da görünür hale getiriyor.
Öyküde yazar oldukça net bir tavır takınıyor. Kitabın isminin dışında, öykünün daha ilk cümlesi olan; “Tuhaflıklar dördüncü gün başladı,” okuyucuya normallikten uzak bir okuma yapılacağının sinyallerini veriyor. Bu uyarıdan sonra kitapta bir korku filmi izlerken ortaya çıkan o tedirgin bekleyiş hali yaratılıyor. Tuhaflıkların başlayacağı haberi okuyucuyu her eşyanın, her durumun tuhaflıklarını sorgulamaya itiyor. Bu sayede okuyucuda “huzursuzluğu yaratma” arzusu içindeki yazar amacını gerçekleştirmiş oluyor. Okuyucu, daha kitabın başında dinleyici konumundan normallikleri sorgulayan, arayıştaki bir okuyucuya dönüştürülüyor.
Yazarının da başlıca ilham kaynağı olduğunu belirttiği David Lynch filmleri ile Otel Paranoya adeta aynı zihnin ürünü gibi. Bitirildiğinde neyin ne kadar ve kime göre gerçek olduğu anlaşılmayan David Lynch filmleri gibi öyküde de gerçekliğin “Nasıl?” ve “Niye?”si anlaşılamıyor. Filmlerdeki birbirinden kopuk kısa süreli görüntülerle yaratılan rüya havası öyküde de çeşitli eşyalara kısa süreli odaklanmalarla sağlanıyor. Öykü tür olarak herhangi bir edebiyat türünden çok David Lync’in tarzına daha yakın duruyor. Ne fantastik ne de büyülü bir anlatım, David Lynch anlatımı…
Otel Paranoya‘nın bu akılda kalıcı havasını güçlendiren en önemli etkenlerden biri yazarın kaleminin dışında resimleyenin de kalemi elbette. Öykünün her sayfasında yer alan çarpıcı eşya ya da karakteri rüyaya ait yumuşak renklerle resimleyen Berat Pekmezci sayesinde yazarın vurgulamak istediği “kaybolmanın rüyası” okuyucuya çok daha iyi bir şekilde aktarılmış oluyor.
Rüyanın, tuhaflığın, belirsizliğin, muammanın anlatımının ustalıkla yapıldığı Otel Paranoya hem tekniği hem içeriği bakımından zevkle okunacak bir kitap. Yazarın öykü içinde yaptığı göndermeler, filmler, kitapların peşine düşüldüğünde okuması çok daha keyifli hâle gelen bu öykü, insan bilincinin çözülmez muamması rüyayı, Hakan Bıçakcı’nın kalemiyle okumamızı sağlıyor.
Arka Kapak / Seda Eroğlu / Şubat 2017
Bir Muamma Dünya Otel Paranoya
Çocuk olmanın resimli kitaplarla özdeşleştirildiği bir yüzyılda büyüdük. Sayfaları onlarca resimle bezenmiş çizgi romanlarla çıktık en gizemli yolculuklarımıza. Yorulduğumuzda en güvenli yerlerine, yastık altlarına sakladık onları. Kimileri ise kitaplarını uyutmak için kalbine en yakın yeri seçti. Sonra büyüdük. Şimdi bu sayfada sizi çocukluğunuzda olduğu gibi olağandışı bir yolculuğa çıkmaya davet ediyorum. Nereye mi gidiyoruz? Otel Paranoya’ya…
Otel Paranoya, öykü ve romanlarıyla tanınan yazar Hakan Bıçakçı’nın kaleminden sıra dışı bir hikâyenin, çocukluğumuzdan beri çok özlediğimiz o renkli çizimlerle harmanlanmış hâli. Berat Pekmezci’nin çizimleriyle hikâye kahramanının çözümlenemeyen dünyasını canlandırmayı kolaylaştıran kitap, çok uzun zamandan sonra okuduğum ilk grafik kitap olma özelliğiyle unutulmazlarım arasında bir yer bulmuş durumda.
Otel Paranoya üzerine konuşmaya başlamadan önce gelin biraz çizgi roman ve grafik roman ayrımını netleştirelim. Çizgi romanları, mizahi kitapları ve son dönemde de yazdığı grafik roman senaryolarıyla tanıdığımız Otel Paranoya’nın editörü Levent Cantek, bir röportajında çizgi romanların her şeyi başaran, daima kazanan kahramanların hakimiyetinde olmasına karşın grafik romanların kahramanların ölebildiği, değişim geçirdiği insani hikâyelerden oluştuğunu belirtiyor. Çizgi romanlar, çoğunluk değerlerine hitap ederken grafik romanlarda işlenen konular daha günlük hayattan her an karşılaşabileceğiz tarzda ya da daha sıra dışı, hatta hayali konular bile olabiliyor. Grafik romanda hikâyeye daha geniş yer veriliyor olması da çizgi roman ayrımını netleştiren çizgilerden bir tanesi.
Otel Paranoya da gerçek ve gerçek dışının ustaca kurgulandığı bir grafik roman. Kitabın arka kapağında Otel Paranoya’nın “belleksiz bir rasyonalitenin, kaybolmanın rüyası” olarak nitelendirilmesinin ne kadar yerinde bir tanımlama olduğunu kitabı okuduktan sonra anlayabiliyorsunuz. Kitabı okumaya başladığınızda hikâye kahramanımız ile bir kapıdan geçip sevimsiz bir otele giriş yaptığınızı düşünüyor olabilirsiniz ama sonrasında içine düştüğünüz büyük muamma sizi gerçek olanı aramaya yöneltiyor. Bir tarafta okuduğunuz hikâyenin karmaşıklığı, diğer tarafta gerçekten neler olduğunu çözümlemeye duyulan ihtiyaç ve çizgilerin hayal gücünüzle buluşmasıyla işte tam olarak “kaybolmanın rüyasını” yaşıyorsunuz. Hakan Bıçakçı’nın kitaplarını yazarken kullandığı tekniği biliyor olanlar, okuduklarının Hakan Bıçakçı’nın kabusları olduğunu, yani başına gelmesine korktuğu şeyleri karakterlerine yaşattığını anlayabilenler diğerlerine göre hikâyeden daha fazla zevk alabilirler. Çünkü rüyalar sınırsızdır. Bunun bir rüya olduğunu bilmediğinizde ise zihniniz olanları kabul etmekte zorlanır. Otel Paranoya da zihninizi zorlayarak, olmaz dediklerinizi mümkün kılan, çizimleriyle de tüm olanaksızlara karşı bilinçaltınızı ikna eden yapısıyla son dönem romanları arasında sivrilecek gibi görünüyor. Anlatım olarak fazla betimleme içermesiyle, sonraki cümlelerde karşılaşacağınız tuhaflıkları anlamanız zorlaşıyor. Kitap sanki tümüyle zihninizle oynuyor. Anlamakta, gözünüzde canlandırmakta zorlandıklarınızı Berat Pekmezci sizin için çiziyor. Çizimler hikâyeyi derinleştiriyor, anlamlı kılıyor. Çizgilerin durağan yapısı anlatılanların yeterince karmaşık olmasını dengeliyor. Yani kitabın hikâyesinin sıra dışılığı daha karmaşık çizimlerle üst seviyeye taşınmak yerine, daha doğal çizimlerle okuyucunun o sıra dışılığın içinde yer edinebilmesi sağlanmış. Böylece okuduğunuz hikâyenin içinde artık sizin de bir rolünüz oluyor.
Şimdi, ister kahramanımızla birlikte tuhaflıkları yaşayın ya da tüm bu tuhaflıkları kurgulayan siz olun, ne de olsa artık rüyadasınız. İzin verin zihiniz sizi istediği yere götürsün. Her kapının ardında mutlaka keşfedilecek yeni dünyalar vardır.